18 Aralık 2008

Issız Adam


Zaten gitmeyi istiyordum. Şimdiye kadar Irmak'ın yaptığı her filmi ya kaçırmıştım ya da ısınamayıp seyretmemiştim. Bir aksam karşılaştığım 20 senelik arkadaşımın "Issız Adam'a gittin mi?" diye sormasıyla farklı bir hal aldı bu istek. "Hayır" dedim. "Gitme" dedi, sustu. Birlikte çok film seyretmiştik geçen yıllarda. Bir filme gitmememi salık verdiği çok olmuştu. Ama böyle gizemli bir şekilde sadece "Gitme" demesi ilk defa gördüğüm bir şeydi. "Niye ki?" dedim merakla. "Bizim gibi tek başına yaşayan, yanlız hayatını sürdürmeye çalışan adamlar için resmen tokat gibi" dedi. Beklemiyordum böyle bir duygu. Gerçekten öyle miydi acaba diye ilk fırsatta kendimi sinemaya attım.

Evet gerçekten öyleydi. Irmak'ın filmi de gerçekten filmdeki yemek gibi. Her bir parçanın ayrı tadı var ve sanki tüm film aynı tadda (en azından olmaya çalışıyor)

Filmle ilgili beni en çok şaşırtan şeylerden biri aslında filmin bu kadar beğenilmiş olması oldu. Her zaman iki tip film olduğunu savundum sinemada: olabildiğince çok kişiye hitap eden filmler ve karakterleriyle özdeşleşebilenlere hitap eden filmler. Aslında bu tiplerin bir tanesinin tipik bir örneğini yapmak çok kolay. Ama esas zor olan bir tipte olup da öteki tipe de yakınsayan filmler yapmak. Yani genele hitap eden ama formul filmi olmayan filmler yapmak, ve benzer zorlukta belirli karakterle dayanan ama genele de bir tad verecek filmler yapmak. Issız Adam kesinlikle karakterlere girebilmeyi istiyor ön koşul olarak ama sanırım bu kadar beğenildiğine göre insanlara genele dair bir şeyler de söylüyor.

Sonuçta anlatılan hikaye o kadar basit ki. Ama aslında hiç de basit değil. Çünkü temelde anlatılan insanın sevgi, kendisi, çevresi ve hayatı arasında sıkışması. Irmak ilk alkışı burada hakediyor bence. Rafine bir lezzet sunuyor önümüze. Seyircisinden çok şey bekliyor. 25 yaş ile 30
yaş arasında ki farkı anlamasını bekliyor. 30 ile 35 arasındaki farkı da. Parayla seks ile severek seks arasındaki farkı anlamasını bekliyor. Hayal kırıklığına uğramak ile hayal kırıklığına uğrayacağını bile bile devam etmek arasındaki farkı anlamasını bekliyor. O yüzden film herkesin harcı değil aslında. Ama Irmak belirli bir ruh haline boğmaktan da kaçındığından seyircisini sanırım seyirci yine de bir bağ kurabiliyor filmle. Bu bağı kuramayanlar da filmin klişelerine, hangi filmlere benzediğine sardırıyor herhalde.

Aslında bu bağlamda Mike Nichols'ın Closer'ına çok da benziyor Issız Adam. Alper Dan'den çok da farklı değil. Tabi Closer'da ana tema tutku ve cinsellikken burada ego ve persona iliskisi. Ama temelde nasıl Dan'in tüm testesteron problemleri aslında kendinden kaynaklanıyorsa Alper'in tüm problemleri (gece Ada uyurken evden çıkıp da bir fahişenin kapısına dayanması dahil) kendinden kaynaklanıyor. Closer da bir çok insan için klişe herkesin herkesle yattığı bir film olmuştu. Ama Issız Adam da aldığı olumsuz tepkilerle benzer bir kadere mahkum oldu.

Hikayeyi anlatırken Irmak'ın şeçtiği yol ise pek alışık olduğumuz bir yol değil. Zor olanı yaparak Irmak temposu sürekli değişen bir bir kurguya yer veriyor. Bir an lirizmden nefes alamazken seyirci bir sonraki anda Alper'in sevisirken nasıl sertlikten hoşlandığını test ediyor. Bir an Alper'in patlayıp annesine bağırması ortamı gererken bir an sonra belki de annesine ömründe kimseye açamadığı şeyleri açmasına belki de ramak kalıyor. Ama Irmak bir çok yönetmenin yaptığı gibi belirli bir anda kilitli kalıp da seyircinin Alper'i o anla özdeşleştirmesine izin verip arkasından da "bakın böyle yönleri de varmış" dercesine bir sürü bağlantısız sahne sokuşturmuyor. Aslında o anların hepsi Alper. Annesine bağıran da, şef garsonunun çocuğu olacağını öğrenince sevinçten deliye dönen de, Ada'dan kaçmak isteyen de, Ada'dan bir an ayrılmak istemeyen de. Çağan Irmak ikinci alkışı da burada hakediyor. Filmdeki karakter ve ilişki kurgusu nerdeyse sinemayı aşan bir gerçeklik boyutuna ulaşıyor. Adeta Rus edebiyatı okuyor tadı alıyor insan zaman zaman.

Film Alper üstüne olsa da Ada'ya da ayrı bir parantez açmak lazım. Ada da Alper gibi iyi tasarlanmış. Ada kalıyor Alper'in bir tarafında. Çünkü aslında Ada Alper'i bağlayabilecek tek insan. Bu ruh eşi filan olduğundan değil. Ada Alper'e karşı kişiliğini ve sevgisini aynı anda
koruyacak cesarete ve güce sahip. Olabildiğince aşık ve kadın bir yandan da. Her özelliği de iyice işleniyor filmde. Alper'i değiştirmeye çalışmasından, sadece kadınlara özgü o şehve-utangaçlık-aşk karışımını tüm ilişkiye sindirmesinden, Alper'in Ada'yı ezmeyi deneyememesinden, sevmekten vazgeçmemesinden, bunların hepsinden bir şeyler çıkıyor.

Filmin belki de biraz sırıtan bir iki yeri duygusallığın ve lirizm'in altını çizdiği iç ses bölümleri ve Ada'nın uzun duygusal tiradları. Burada bir tercih yapmış Irmak bence ve bu sahneleri koyarak seyircinin aslında bu ikisi birbirini sevmemişti, kaybedince anladılar değerlerini sonucuna varmalarını önlemeye çalışmış. Buraları çıkarıp da daha realist ve daha duygusuz, sert bir ton yakalamasının da doğru olacağını sanmıyorum. Ama en azından buraları biraz daha yaratıcı bir şekilde filmin içine yedirebilirdi. Buralar zaman zaman da olsa Alper'in Alper olmaktan, Ada'nın da Ada olmaktan biraz çıktığı yerler. Bunu engelleyebilirdi.

Atmosfer konusanda bir şey söylemek lazım bi de. Alper de Ada da biraz alt kültür insanları. İstanbul da olmaları da tesadüf değil sanırım. Eski 45'likler de, yemek de filmdeki bir çok şey alt kültüre götürüyor bizi. Zaten bunun çok bilinçli olmadığını düşünmemek lazım. Öyle
olmasaydı Alper Tarsus da kalıp çocukluk arkadaşı gibi evlenirdi herhalde, Ada da kendini işe verirdi. Irmak burada da bir denge yakalamış aslında. Yani bu tip insanları ve böyle bir atmosferi her an görmüyoruz da ama uzak da olmadığı hissedebiliyor insan. Bir yandan hiç Alper gibi bir adama rastlamadım diyorsunuz bi yandan İstiklal'de yeterince dolaşsam belki diye geçiriyorsunuz içinizden...

Sonucta bir tokat yedik gerçekten. Ama bazen bu bile insanın tad almasına yol açıyor biraz kişisel muhasebe ile birlikte. Çağan Irmak'ı tebrik ediyorum. Dünyanın en güzel filmini de yapmamış tabi ama ömrümde izlediğim en karakterli ve en iyi düşünülmüş filmlerden birine imza atmış. Bu kadar basit bir konuyu, 3 ay gibi kısa bir zamanda çekerek bir sanat eseri çıkartmış ortaya. Bu yediğimiz tokadı da hafifletiyor, kişisel muhasebeyi de kafamızdan biraz atmamıza yardımcı oluyor ve de...