14 Ekim 2007

Star Trek

Heyecanla beklediğimiz yeni Star Trek projesinde taşlar yerine oturmaya başlıyor. Üç gün önce İngiliz aktör Simon Pegg'in Montgomery Scott rolünü oynamak üzere projeye katılmasıyla birlikte filmde gençliklerini seyredeceğimiz NCC-1701 U.S.S. Enterprise mürettebatı James T. Kirk ve Leonard H. McCoy dışında belli oldu.

Star Trek projesi 50. senesine yaklaşan Star Trek evreninde bir ilk. İlk altı Star Trek filmi Star Trek (The Original Series) kadrosunun dizi sonrasındaki maceralarını anlatıyordu. Daha sonraki 4 film ise Star Trek The Next Generation kadrounun dizi sonrasındaki maceralarını ele almıştı. Star Trek Nemesis'in TNG kadrosunun emekliye ayrıldığı film olduğunu herkes açıkça biliyordu. Filmin sonu da bu şekilde yapılmıştı. William Riker en sonunda kaptanlığı kabul edip Enterprise'dan ayrılıyordu.

Nemesis'den sonra dedikodular artık Star Trek Voyager ekibinin film projelerinde yer alacağıydı. İtiraf etmek gerekirse bu fikir heyecan verici görünüyordu. Star Trek Voyager konusu dolayısıyla hep belirli kalıplara sıkışmış bir diziydi. Kendi dinamiklerini ortaya koymuştu ve Star Trek evreninin temel dinamiklerinden çok da fazla yararlanmamaktaydı. Bu açılardan bakınca Delta Quadrant'ı tekrar görmek ya da Voyager ekibinin federasyon içerisinde nasıl işler yapabileceğini seyretmek zevkli olabilirdi. Daha önce de hep bu olmuştu. Dizide izlemeye alışık olduğumuz bir kurgudan filmler ortaya çıkmıştı.

Fakat Star Trek dünyasında işler pek de istenilen gibi gitmedi son beş senede. Star Trek Enterprise'ın televizyon izlenme oranlarının yüksek başlasa bile çok büyük bir hızla düşmesi Star Trek evreninin kaderini değiştirdi. Rick Berman Enterprise hala yayındayken yeni bir film projesi üzerinde çalışmaya başlamıştı. Fakat Enterprise'ın üçüncü sezondaki Xindi savaşı ve dördüncü sezon hikayelerinin de diziyi kurtaramaması ve dördüncü sezon sonu dizinin ekrana veda etmesiyle Rick Berman'ın projeleri de yarım kaldı. Star Trek evreninin yayın haklarının sahibi olan CBS Paramount Rick Berman ile yollarını ayırdı ve herhangi bir dizi ya da film projeleri olmadığını açıkladılar.

TOS'un iptal edilmesiyle ilk Star Trek filminin yapımına başlanması arasında geçen süre dışında, yaklaşık kırk yıldır Star Trek evreni ilk defa projesiz ya da amaçsız kaldı. Ta ki J.J. Abrams ve Damon Lindelof'un yeni bir Star Trek filmi projesi üzerinde çalışmaya başladıkları haberi Star Trek evrenine bomba gibi düşene kadar.

Bu haber gerçekten tüm Star Trek hayranlarını sevindirmiştir sanırım. Zira Abrams ve Lindelof Lost ile kendilerini kanıtlamış bir ikili. Star Trek evreni içinden gelmemeleri de bir artı, zira Star Trek yapımlarının son zamanlardaki en büyük problemleri kapalı bir konu bütünlüğü içinde dönmeleri ve yeni ufuklara açılmamalarıydı. Abrams ve Lindelof tam da bu etkiyi sağlayabilecek bir ikili.

Projenin ilk ilan edilen ayrıntısı filmin James T. Kirk ve Spock'ın Starfleet Academy'de tanışmalarını anlatacağı oldu. Kendimce daha fantastik bir konu bekliyordum ilk anda. Sisco'nun U.S.S. Saratoga'daki günleri gibi, ya da Borg savaşının izlemediğimiz boyutları gibi. Fakat Abrams ve Lindelof'un ortaya koymak istedikleri özel efekt canavarı bir blockbuster'dan çok Star Trek'in kurallarını koyduğu gerçek bilim kurguyu tekrar yaşatmak sanırım. Fantastik bir yapımdansa geleceği ve fantastik öğeleri sadece kurgunun bir parçası olarak kullanan bir yapım seyretmek şu anda herkesi çok daha mutlu edecek herhalde.

Yavaş yavaş kadro netleştikçe de bu öngörümüzün doğru olduğunu görüyoruz bence. Star Trek evreninde ilk defa önceki hiç bir şeye benzemeyen bir yapım izleyeceğiz. Eric Bana, Zoe Saldana, Zachary Quinto ve Simon Pegg gibi ciddi kariyerleri olan aktörler yeni Star Trek filmi için biraraya gelecekler. Böyle bir kadronun sadece Star Trek evreninin dinamiklerinden beslenen, dizilere benzeyen bir film yapmak için kurulmayacağı herhalde açık herkez için.

Star Trek evreni ve Trekkie'ler memnun etmesi zor bir topluluk. Sanırım bu yüzden hala filmle ilgili çok fazla ayrıntı belli değil. Ama filmin çekimlerine kışa doğru başlanılacağı düşünülürse yakında en azından tüm kadroyu kesinlikle öğrenebileceğiz gibi görünüyor. Sonra da 2008 Aralık'a kadar beklememiz gerekecek.

5 Ekim 2007

Barış



Kore'de 55 senedir süren savaş hali sona eriyor. Kuzey Kore nükleer silah programını askıya almayı kabul etti ve iki Kore devleti kalıcı bir barış anlaşması için çalışmaya başladılar.

Sınırların kalkması, kardeşliklerin hatırlanması, düşmanlıkların gömülmesi belki uzakta, ama en azından hayal değil artık, gerçek.

What Am I Darlin?

Bu soruyu sürekli, cevabını bulmayı beklemeden soran biri var: Damien Rice. Bu hüzünlü İrlandalı'nın müziğini eğer Mike Nichols'ın Closer filmini seyrettiyseniz dinlemişsinizdir. Natalie Portman filmin sonunda New York'ta sokakta yürürken, kendini bulmuşken, gerçek kimliğine kavuşmuşken fonda geride bıraktığı aşkı, tutkuyu anlatan bir şarkı çalar.

And so it is
Just like you said it should be
We'll both forget the breeze
Most of the time


O albümü Rice'ın debut albümü. Blower's Daughter da bu albümün 3. parçası.

O albümünü dinledikçe insan belirli bir ruh hali içinde dolaşıyor. Rice fazla melankolik çoğuna göre. Bunalım. Fakat Rice'ın şarkıları aslında bir bunalımı değil de daha çok şey içeriyor. İnsanın kendi ve arzuları arasında bir ikilem ortaya koyuyor Rice.

Did I say that I want to
Leave it all behind?

Yesterday you asked me to write you a pleasant song
I'll do my best now, but you've been gone for so long


Her şarkı yeni bir keşif. En son keşfim de Cheers Darlin'


Kaybedilen şeyleri derinlerde duyabiliyorsunuz bu şarkıda.

Cheers darlin'
Here's to you and your lover boy
Cheers darlin'
I got years to wait around for you
Cheers darlin'
I've got your wedding bells in my ear
Cheers darlin'
You gave me three cigarettes to smoke my tears away

And I die when you mention his name
And I lied, I should have kissed you
When we were runnin' in the rain

What am I darlin'?
A whisper in your ear?
A piece of your cake?
What am I, darlin?
The boy you can fear?
Or your biggest mistake?

Cheers darlin'
Here's to you and your lover man
Cheers darlin'
I just hang around and eat from a can
Cheers darlin'
I got a ribbon of green on my guitar
Cheers darlin'
I got a beauty queen
To sit not very far from me

I die when he comes around
To take you home
I'm too shy
I should have kissed you when we were alone

What am I darlin'?
A whisper in your ear?
A piece of your cake?
What am I, darlin?
The boy you can fear?
Or your biggest mistake?

Oh what am I? What am I darlin'?
I got years to wait...

Son olarak da bir video. Damien Rice'ın 13 Aralık 2006 günü New York, Beacon Theatre'daki canlı performansından bir bölüm. Güzel insan Lisa Hannigan eşlik ediyor Rice'a. Ve bir bardak bira.


4 Ekim 2007

Blog İşi

Blog işinde iyi para var diye başlamak isterdim ama tam tersine böyle low-level bir düşünceye kapılacağıma bir blog yazacakken bile kırk düşünen bir ruh halinde oluyorum, üzücü.

Dün blog turu yaptım biraz. Değişik insanların bloglarında yazdıkları kendileri hakkında çok şey söylüyor, o kanıya vardım. Kimi günlük gibi görüyor sanırım. Kimi yaşadığı ilginç olayları koymayı terih ediyor. Kimi beğendiği şeyleri. Kimi kendini koyuyor ortaya. Kimi olmak istediği insanı. İnsanlar hakkında çok şey söylüyor blogları.

Benim blog da benim hakkımda çok şey söylüyor bakınca. Dağınık ve sadece atımlık şeylerle dolu. Üşenilmiş. Keyife öncelik verilmiş.

Sanırım yazmak işine bakışımdan kaynaklanıyor biraz bu. Yazmak aslında ego ile girilen bir iştir hep. Ben ise işin ego kısmını arka plana atmaya çalışırım hep yazarken. Kimse okumasın. Sadece bir kişi okusun isterim hep sanırım.

Ufak şeyler yazmak o yüzden dah çekici geldi hep bana. Google Notebook biraz daha görsel olarak zenginleşse diye hayaller kurdum bir süre.

Büyük şeyler yazdığım zaman yazdığım şeylerin benden çıkması gitmesi lazım. Duyuruları uzatma, şiirleri uzatma, sinema yazılarını uzatma huyum da bunla alakalı sanırım. Söyleyecek laf bırakmıyorum kimseye.

Biraz değişsin ama bu. Tembel sıfatından sıyrılayım. Büyük şeyler de beni bulsun içinde biraz. Hep aynı frekansta bağırmayım.

Temenniler temenniler temenniler. Sanırım sorun şu. Burayı okuyacak birinin olması bir problem, kimsenin olmaması ayrı bir problem. İçe dönük olmakla ilgili sanırım. Çok eskiden beri söylemem gereken şeyleri söylemek istemedim çoğunlukla. Konuşmaktan kaçtım. Yazmayı kötüye kullandım bu anlamda.

Bir kere bir ay boyunca her gün bir mail yazmıştım. Benle konuşmuyordu. Kızgındı bana. O zamanlar insanların birbirinden daha fazla şey bekleyip alamadığı zaman kızdığına dair bir algım yoktu. Bu maillere de kızmıştı. Bana aitti çünkü onlar. Ona bir şeyler söylemem bahaneydi. Kendime söylüyordum çoğunu. İhtiyacım olan da oydu. Ama o zamandan başlamıştı yazmayı kötüye kullanmam.

Sonra da ve öncesinde de çok zaman hep belli bir durumda belli lafları söyledim belirli şeyleri konuştum ve daha önemlisi belirli şeyleri yazdım. Sanki bir yazma personam oluşmuştu. Basit bir konu hakkında yedi sayfa dilekce yazabiliyordum. Ya da bir film hakkinda yüzlerce satır. Ama ne kadar yazdım istediğim şeyleri karakterli bir şekilde tartışılır. Bu yazıyı bile okuyunca dağınık olduğunu düşüneceğim.

Bundan sonrası için daha rahat olacağım. Yazmak konusunda da. Daha çok yaşarsan daha çok daha az yaşarsam daha az yazacağım. Dolacak burası umarım ve beni anlatacak daha güzel bir şekilde.