22 Temmuz 2010

42 Günde İnternet

Phileas Fogg Londra'dan Süveyş'e 7 günde, Süveyş'den Bombay'a 13 günde, Bombay'dan Kalküta'ya 3 günde, Kalküta'dan Hong Kong'a 13 günde ve Hong Kong'dan Yokohoma'ya 6 günde giderek toplam 42 günde dünyanın yaklaşık yarısını dolaşmıştı.

Bundan 140 yıl sonra, Kanada'dan Türkiye'ye gelen bir insan evine internet bağlatmaya çalışırsa ne olur acaba?

Gün 0:
Uçaktan inip de Türkiye'e ayak bastım. Ayrılırken telefon ve ADSL hizmetlerini kapatmıştım. Sebep hem benim üzerime olmamaları, hem de yurtdışındayken para verecek kadar zengin olmamamdı.

Gün 1:
En hızlı nasıl eve internet bağlantısı edinebilirim diye düşündüm. TTNet üzerinden hizmeti alsam çok çabuk hallolacağını düşündüm. Sonuçta giderken bir telefonum ve ADSL'im vardı. Bir fişi sökmüşlerdi bir yerden. Aynı yere takacaklardı (güya).

Türk Telekom web sayfasından telefon ve ADSL hizmeti almak için başvuruda bulundum. Eski telefon numaramı da yazdım, oradan kolayca gerekli teknik bilgilere erişeceklerini umuyordum. Bir saat içinde geri arandım. 3 iş günü içinde telefonumun bağlanacağını, daha sonra da ADSL bağlantısı yapılacağını söyledi telefondaki bayan. Günlerden çarşambaydı. Her gün evde olamayabileceğimi söyledim. "Peki cumartesi gelsin arkadaşlar, zaten gelmeden sizi ararlar" denildi. Yarım saat sonra da telefon numaram sms ile gönderildi. Numara da kebapçı numarası gibi güzeldi.

İşler güzel gidiyordu.

Gün 2-3:
İnternet olmadan hayat biraz zor olsa da cumartesi hallolacağını düşünerek bekledim. Yıllardır yapamadığım tethering ayarlarını kendi kendime yapmayı bile becerdim bu esnada.

Gün 4: 
Sabah 9'dan akşam 5'e kadar nafile şekilde birinin gelip de telefonu bağlamasını bekledim. Mobil internet kontörlerimi bitirdi, internet olmadığından kontör yükleyemediğimden kimseyi bile arayamıyordum.

Gün 5: 
Kontörüm vardı artık. Türk Telekom'u arayıp niçin kimsenin gelip de telefonu bağlamadığını sormaya teşebbüs ettim. Fakat Türk Telekom'un çağrı merkezi tamamen otomatize bir yapıdaydı. Bir insana ulaşıp da bir şeyler sormak tanımlı değildi.Günlerden pazardı. Bunun sebebinin pazar olması olduğunu düşündüm. Zaten pazar yapacak bir şey de yoktu sonuçta.

Gün 6: 
Türk Telekom çağrı merkezinin insanlık dışı durumunun pazara özgü olmadığını acı bir şekilde öğrendim. Yapabileceğim bir şey yoktu. Birinin gelip telefonu bağlamasını ya da beni arayıp problemin ne olduğunu söylemesini bekleyecektim çaresiz.

Akşama doğru aradılar Türk Telekom'dan. Verdiğim adresin hatalı olduğunu ve telefon bağlatabilmek için bir "komşu telefonu" vermem gerektiğini söylediler. "Altı ay öncesine kadar kullandığım telefondan adresi bulamıyorsunuz da komşunun telefonundan mı bulacaksınız?" dedim. İlla komşu telefonu lazımdı.

Adresin hatalı olması kesinlikle benim suçum değildi. Adrese dayalı nüfus kayıt sisteminde yer alan adresimi yazmıştım. Problemin Türk Telekom'un suçu olduğunu da düşünmüyordum zira Türkiye'de adres kavramından haberdar olsak da bir güvenilirliği yok. Aynı sorunu Kablo TV bağlatmak isterken Türksat ile de yaşamıştım zira. Onların veri tabanlarında da yan bina tanımlıyken bizim bina tanımlı değildi. Eski adres formatını hatırlayıp veri tabanından bularak o problemi çözmüştüm. (Bir binanın 3-4 hatta daha fazla adresi nasıl oluyor o da ayrı bir blog entry konusu) Ama bu sefer eski telefon numaram da olmasına rağmen becerikli Türk Telekom eski formata çevirememişti adresi.

Koca "Türkiye'nin lider telekomünikasyon kuruluşu" 'nun benim komşumun telefon numarasını almam mantığıyla çalışması bir ilkellikti. Ayrıca verdiğim adreste bir problem varsa bunu anca telefonu bağlamaya gelirken yola çıkınca mı anlamışlardı. Verdiğim adrese 3 gün boyunca kimse bakmamış mıydı.

Akşam eve gidince komşuları dolaşıp birinin telefon numarasını almaktan başka çarem yoktu. Ama "Telekom'a KFG" şeklinde yaptığım twit işi değiştirdi. Türk Telekom'da çalışan arkadaşım mesaj atıp sordurabileceğini, genel müdürlükten sorulduğu zaman işlerin bazen hızlanabildiğini söyledi. Sordurduğu zaman o da farklı bir şey söyleyemedi. Türk Telekom sistemi "komşu telefonu" kavramı üzerine kuruluydu. Ama bir avantajım oldu, benim komşulardan birinin isminden telefonunu bulabildi ve başvuruyu bir sonraki adıma geçirdi.

Gün 7-8-9-10:
Telefonu bağlamaya birinin gelmesini bekledim sonraki 4 günde. İlk başta birinin en azından arayacağını da umuyordum. Başta olduğu gibi Türk Telekom'u arayıp her hangi bir konuda bilgi almak mümkün değildi. Sonlara doğru anladım ki daha önce cumartesi gelin dedim diye cumartesi geleceklerdi. Tabi çarşamba-cumartesi ile pazartesi-cumartesi arasında biraz fark vardı ama Türk Telekom pek önemsememişti bunu.

Gün 11: 
Bir görevli geldi ve telefon tesisatını bağladı. Zaten evin içinde yapılacak bir şey yoktu. Sadece bir imza için benim olmam gerekiyordu. Onun için de 4 gün beklemiştim.

Hattın bağlanmasının öğleden sonrayı bulabileceğini söyledi görevli. ADSL'in nasıl olacağını sordum. Telefonda konuştuğu insana "ADSL başvurusu da var buranın" dedi. Elindeki formda ADSL başvurusunun da işaretli olduğunu söylediklerinden anladım.

En son giderken "Bir telefonu bağlayınca ADSL tarafında görünür telefonun aktif olduğu, ADSL bağlantınız da yapılır" dedi. Anlattıklarından şanslıysam o gün bu işlerin olacağını hayal ettim ben de.

Akşamüstüne kadar telefon hattı bağlanmadı. Telefon hattı bağlandıktan sonra modemimden ADSL bağlantısı da aldım. Ama şifre yanlış ekranı açılıyordu sadece. Bana kullanıcı adı ya da şifre de verilmemişti.ADSL işinin de hallolduğu ama kullanıcı adı şifre almam gerektiği düşüncesiyle TTNET çağrı merkezini aradım. Telefondaki görevli ilk önce modemin hangi ışıklarının yandığını sordu. Kullanıcı adı şifremi bilmememin çok da önemi yoktu sanırım, mühim olan modemin ışıklarıydı. Bir süre anlaşamadıktan sonra benim aboneliğin önündeki ekranda görünmediğini, bana o yüzden kullanıcı adı şifre veremeyeceğini, beklemem gerektiğini söyledi.

Gün 12: 
Arada modemi ve internet bağlantısını kontrol etmeme rağmen günlerden pazar olduğundan çok da bir umudum yoktu zaten bir gelişme olacağına.

Gün 13-14: 
Birinin beni arayıp da internet başvurunuz şöyle oldu böyle oldu demesini bekleyerek üç gün daha geçirdim. Arada TTNet çağrı merkezini arayıp da durumu soruyordum. Hala başvurumun işleme alınmadığını söyleyen de oldu, en son böyle bir başvuru olmadığını söylemeleriyle artık sinirlenme aşamasına geldim. Böyle bir başvuru yok diyen görevliyi haşladım, yüzüne kapattım. Bir mail döşedim Türk Telekom müşteri hizmetlerine "siz nasıl bir şirketsiniz" temalı. (200 satır maile İki gün sonra aldığım cevapsa telefon numaramı yazmam durumunda bakacaklarıydı)

Gün 15: 
Başka bir çare aklıma gelmediğinden Türk Telekom'da çalışan arkadaşımı tekrar aradım. Biraz baktıktan sonra başvurunun ortada olmadığını muhtemelen kaybolduğunu söyledi. Baştan başvur, ben de buradan hallederim hemen dedi.

Tabi burda ben de ufak bir hata yaptım. Yakında TTNet nerede var bilemediğimden Internet'ten başvurdum tekrar. Türk Telekom'daki arkadaşım arayıp "Ya niye öyle yaptın, ben hallederdim hemen şimdi bekleyecen sözleşme gelsin diye" dedi. Biraz daha rahattım ama, en azından artık ne yapacağımı biliyordum. Ne ters gidebilirdi ki?

Gün 16-17-18-19-20-21-22-23-24:
Sözleşmenin ertesi gün geleceğini bile hayal etmiştim. Ankara içinde ne kadar uzun sürebilirdi ki bir iki dökümanı print edip kargoya vermeleri ya da bir görevli ile adresime göndermeleri. Ama gelmedi.

Öğrenmiştim artık internetsiz yaşamayı, eskiden internet mi vardı diyordum kendi kendime. Mobil internet de işimi görmese de yaşayacak kadar idare ediyordum onunla.

Gün 25:
Sabrım taştı ve TTNet'e tüm bunlardan sonra para vermektense Superonline'ın hizmetlerinden birini almaya karar verdim. İlk önce Superonline fiber internet bayisi aradım bir. Yanlış bir sayfaya baktığımdan yarım gün Dikmen ve Panora dolaşıp olmayan Superonline bayilerini aradım. Daha sonra doğru bir sayfa bulup telefonla aradım Çankaya'ya fiber hizmeti döşeyen altyüklenici şirketi ve bizim sitede fiber olmadığını öğrendim.

Daha sonra Superonline ADSL için başvurdum ve 1-2 saatte müşteri numarası vs. atandı, ADSL'in 3 iş günü içinde aktif olacağını öğrendim.

Gün 26:
ADSL aktif olacak diye Superonline müşteri hizmetleri sayfasını F5'leyip durdum.


Gün 27:
TTNet'e 10 gün önce yaptığım başvurunun sözleşmesini posta kutumda buldum sonunda. Sözleşme cuma günü (24. günde) kargoya verilmişti. İmzalayıp geri gönderme işini de benim yapmam gerekiyordu, başvuru esnasında bu işin daha hızlı olacağı ima edilse de.

Yırtıp attım sözleşmeyi.


Gün 28-29:
ADSL aktif olacak diye Superonline müşteri hizmetleri sayfasını F5'leyip durdum.

Gün 30: 
5 gün geçmişti pazar dahil, bir problem olduğu kesindi. Şansıma küfrederek Superonline çağrı merkezini aradım. Görevli Türk Telekom tarafında aktivasyonun yapılmasını beklediklerini söyledi ve bir ticket açtı aktivasyonun gecikmesiyle ilgili.

Gün 31: 
Superonline müşteri hizmetleri sayfasında abone olduğum ADSL hizmeti görünmemeye başladı. "Aha sıçtık" dedim içimden.

Akşama doğru Superonline'dan arandım. Telefon numaram üzerinde bir ADSL hizmeti göründüğünü o yüzden aktivasyon yapılamadığını söylediler. Türk Telekom ile benim görüşmem ve çözmem gerekiyordu bu durumu.

Türk Telekom'u arayınca web üzerinden yaptığım başvurunun hala aktif olduğunu, o yüzden başka bir operatöre aktivasyon izni veremeyeceklerini söylediler. "Peki vazgeçtim ben iptal edin o zaman" dediğimde ise "Bunu biz yapamıyoruz, Dikmen Telekom Müdürlüğü yapabilir" cevabını aldım. Sinirim attı bu sefer "Nasıl siz yapamıyorsunuz, ben imza mı atmışım bir yere, girip biri benim adıma başvuruda bulunsa bu şekilde başka bir operatörden hizmet almamı engelleyip beni mi uğraştıracaksınız yani" dedim. Tabi bu sadece retorik bir soruydu.

İşin kötüsü cuma günü saat 5:30'u geçiyordu. Bu iş pazartesiye kalmıştı.

Gün 32-33: 
İnternet işinden tamamen vaz mı geçsem diye düşünerek iki gün geçirdim.

Gün 34: 
Dikmen telekom müdürlüğüne gittim web üzerinden yaptığım bir başvuruyu iptal ettirmek için. Dikmen telekom müdürlüğü denilen yer de müdürlük binasıydı, müşterilere hizmet vermiyordu. Ayrılırken telefonu kapatmak için gittiğim Öveçler'deki hizmet binasında bu işlerin yapılacağını öğrenip oraya gittim.

Öveçler Türk Telekom hizmet ofisinde girip de durumu anlatıp başvuruyu iptal ettirmek istediğimde aldığım cevap "Ya o işi bir tek filanca hanım yapabiliyor, o da ne zaman gelir ne zaman gider belli olmaz" oldu. Nasıl oldu da bayılmadım bilmiyorum. Görevli başka bir bayana sordu, o da aynı cevabı verdi. Sonunda bana "İçerde amirimiz var onunla görüşün" diye bir yere yönlendirdiler.

Ünvanını bilmediğim bir görevliye durumu anlattım. Bilgisayar başından başvuruma ulaşıp iptal etmeye çalıştı. Yapamadı. Bunun üzerine telefonla birini aradı (IT'ci olduğunu tahmin ettiğim) ona sordu. Herhalde kendi yapamayacağını öğrendiğinden telefonla konuştuğu kişinin sicil numarasını aldı ve öyle girdi sisteme tekrar. Bayağı bir uğraştan sonra başvuruyu iptal edebildi.

Bu işin böyle hallolması beni dehşet içinde bıraksa da Türk Telekom'da bir işin hallolması bile bir şeydir diyip çıktım ordan.

Hemen Superonline'ı arayıp Türk Telekom tarafında problemi çözdüğümü, tekrar aktivasyonu denemelerini söyledim.

Gün 35-36-37:
Yine ADSL aktif olacak diye Superonline müşteri hizmetleri sayfasını F5'leyip durdum.

Gün 38: 
Superonline çağrı merkezini aradım tekrar. Aktivasyon ne oldu diye sordum. Net olmayan tuhaf bir şekilde görevli önce beni bekletti. Sonra port bilgilerime ulaşmaya çalıştığını söyledi. Sonra tekrar beklemeye aldı sistem birimiyle görüşeceğini söyledi. En son olarak portunuz boş görünüyor aktivasyonunuz yapılacak dedi. Benim bir şey yapmam gerekiyor mu diye sordum, yok dedi. Biraz fırçaladım "bakın bir problem olursa yine beni haberdar etmek için 4 gün beklemeyin lütfen bu iş yeterince uzadı" dedim. "Tabi"  dedi.

Gün 39-40-41:
F5 yapmaktan iyice sıkılmıştım artık.

Gün 42:
F5'lerim sonuç verdi. Superonline Müşteri sayfasında "Aktif" yazısını gördüm. Yarım saat sonra da arayıp internet'in aktive edildiğini haber verdiler.

Gece eve gidince bir miktar cebelleştim şifre alıp da modem ayarlarına girmek için ama bir şekilde çözdüm ve 42 gün sonra evde internet bağlantısına sahip oldum.

Sorular:
Kim cevap verir bunlara bilemiyorum ama bu süreç içinde aklıma gelen sorular:
  • Bu çağda internet bağlatmak nasıl 40 gün sürer? (arada başka operatörden hizmet almaya karar vermesem bile sonuç büyük ihtimalle aynı olacaktı)
  • Bir telekom şirketi müşterisine böyle davranıp nasıl lider telekom firması olduğunu iddia edebilir?
  • Bir iş sürecinin her hangi bir yerindeki problemi çözecek personel yok mudur lider telekom firmalarında?
  • Bir sürecin ilerlemesi esnasında niçin kimse sonraki adımdan haberdar olmaz? Türk Telekom'da konuştuğum herkes sürecin bir sonraki adımı için "Onu biz bilmiyoruz, filanca ile konuşmanız lazım" cevabını verdiler.
  • Çağrı merkezinin tek işlevi modem ışıklarını kontrol ettirtmek ve şifre yenilemek midir?
  • Web üzerinden başvuru yapmanın mantığı işi şubeye gitmeden hızlıca halletmek değil midir? Eğer ben şubeye gidip de yapacağım işi yaklaşık 100 katı zamanda web'den yapıyorsam ve bu konuda uyarılmıyorsam ne anladım öyle işten ben?

31 Mayıs 2010

Caoimhe Butterly

2002'de bir grup Filistinli çocuğu İsrail operasyonundan kaçırmaya çalışırken vuruldu. İrlanda'ya evine dönmedi. Bir sene boyunca İsrail tanklarının önüne attı kendini. Bıkıp İrlanda'ya evine dönmedi. 2006'da İsrail Beyrut'u yerle bir ederken Tony Blair'i protesto edip tutuklandı. Yine evine dönmed. Dün Gazze'ye giden konvoydaydı. Bu videoyu kaydetti. Belki de gerçekten evine dönemeyecek bu sefer, belki de ölenler arasında o da var. Bilmiyoruz, bilemiyoruz. İsrail'in bu zülmü ne zaman duracak. Onu da bilmiyoruz, bilemiyoruz.


24 Mayıs 2010

Lost & Gone


Bu resmi geçen sene görseydik delirirdik. Ne teoriler üretilirdi. Neler konuşulurdu. Resimdekilerden kahvesini yudumlayan bilgisayar mühendisi görünümlü arkadaş Damon Lindelof. Ayaktaki Avrupa kökenli havası veren ve film endüstrisinin içinde yıllarını geçirdiğini haykıran abi ise Calton Cuse. Bu arada Avrupa kökenli değil, Meksika kökenli. Masada Dharma bira kutuları, prodüksyon ile ilgili bilimum zerzevat var. Cuse'un arkasındaki duvarda oyuncu portreleri asılı durumda. Belli ki çalışırken bir sahneyi kafalarında kurmak istediklerinde dönüp bu duvara bakıyorlar. Ve tahta...

Tahtada ve tahtanın üstünde duvara yapıştırılmış kartonlarda yazanlar neredeyse 6 senedir dünyayı kilitlemiş olan Lost'un prodüksyonu, son sezon ayrıntıları ve (özellikle tahtanın üstündeki kartondaki materyal) dizinin iskeleti. Lindelof Lost'un yaratıcılarından biri. Curse ile birlikte "executive producer" ünvanı altında çalışıyorlar dizide. Fakat biliniyor ki bu ikili Lost'un showrunner'ları. Yani dizinin yaratım ve yapım aşamalarında bu ikili patron. 

Dünkü final bir çok insanı çileden çıkartmıştır sanıyorum ki. Final bittikten sonra ikinci sezonu izlediğim zamanları düşündüm. Böyle bir final olacağını söyleselerdi ben de herhalde çileden çıkardım. Zira Lost'un en büyük esprisi gizemli dizi olması olarak bilindi hep. Ve bu gizemlerin bir kısmı dizinin bitimiyle birlikte tarihe karıştı. 

Şu anda büyük ihtimalle "Film yapılsın","Kutup ayısının hayatını mini dizi yapın" diye istekler dile getiriliyordur Internet aleminde. Ama Lindelof ve Curse bırakın franchise'ın devamını, bugünden sonra DVD ekstraları dışında dizi hakkında konuşmayacaklarını açıkladılar. Yani sözün özü: "Move on" 

Kendime sordum yine finalden sonra. Herşeyi açıklasalardı daha mı iyi olurdu? Bu biraz diziden ne beklediğiyle ilgili insanın galiba.

( Dizinin bir kısmını ya da hepsini seyretmediyseniz burdan sonrasını okumak istemeyeceksinizdir )

Lost'un en sevdiğim hali sanırım ilk sezondaki düz haliydi. Çözüm aşamasına gelinmeyen, yanından bile geçilmeyen hatta, flashback'lerin daha çok karakterler ile ilgili olduğu, herşeyin esasen Jack-Lock ikileminde (Man of Science-Man of Faith) döndüğü, hayatın daha basit olduğu zamanlar. Bu dokunun üstüne koyulan gizemli durumlar da gerilimi sürekli tırmandırdı. 

Açıkcası başta gizemli durumların tedirgin ediciliği diziyi cazip kılan etkenlerden biriydi. Bir Robinson hikayesinde aslında uçakta olmayan birinin ne işi vardı? Issız bir adaya hatch'i kim inşa etmişti? Kumsalda boş boş umutsuzca takılan kazazedelere kendimizi yakın hissetmenin bir boyutu da bu olayların yarattığı gerginliği hissetmekti.

İkinci sezon "hatch" meydana çıktıktan ve Others Walt'u kaçırdıktan sonra adeta "tavşan deliğinin aslında nerelere ulaştığını" görme imkanımız oldu. Dharma, others, sayılar vs. derken giderek karakterler etrafından gizeme doğru kaydı dizi. Gizemin yanında yeni karakterlerle anlatımı ilk sezondaki dramatik seviyede tutmaya çalıştılar yapımcılar. Fakat nedense ikinci sezon karakterleri uzun ömürlü olmadılar. İkinci sezon tüm bu gizemlerin ve yeni karakterlerin üstüne kurulu bir "Man of Science-Man of Faith" savaşıydı. Sonunda kaybeden kim miydi? Herhalde tutsak alındığına göre Jack'di.

Üçüncü sezon ana hikaye kurtulma ümidiydi. "The artist previously known as Henry Gale" adeta şov yaptı bu sezonda. Others da olsa insan insandır dedik. Others, kurtuluş ümidi olarak görülen gemi ve gemiyle ilgili sezon  boyunca süren Oceanic Survivors-Others / Jack-Locke / Man of Science-Man of Faith karşıtlığı bu sezonu taşıdı. Üçüncü sezonun son bölümünü dizinin sonu sandık hepimiz, aha herkes kurtuldu dedik. 

Bu noktadan sonra dizi bugüne kadar gelen 3 kısa sezonla sona ulaştı. Karakter draması olarak yapılacak çok fazla bir şey kalmamıştı. 4. sezon gemiyi ve gemidekileri anlattı, Oceanic Six adadan kurtuldu ama olayların öyle bitmeyeceğini anlamıştık. Gemideki dörtlü dizinin herhalde karakter draması olarak yaptığı son işlerdendi. 5. sezon zamanda gelgitlerle geçti daha çok. Amaç belki de Dharma ve Others ile ilgili eksikleri kapatmaktı. 6. sezonda bu konulardan hiç bahsedilmedi. Jacob ve MIB arasındaki savaş işlendi ve tam da ne olduğunu anlayamadığımız bir şekilde sonuçlandı.

Sonuçta her sorunun cevabı alınmadı, ama her şey olması gerektiği gibi bitti. Her sorunun cevabını almamız için herhalde on sezon daha olması gerekecekti. Karakterler iyice geri plana geçecek ve açık uçları kapamaya yönelecekti dizi. Biraz sıkıcı olacaktı işin doğrusu. 

Bu haliyle her şeyden biraz aldık. Finalde Jack'den Cüneyt Arkın stili bir uçan tekme bile gördük. Lost 6 sene boyunca başlarken yapmayı vadettiği şeylerin hepsini yaptı. Drama, hayatta kalma macerası, gizem, heyecan, bilim kurgu, felsefe. Hepsinin bu denli iyi bir oranda karıştığı bir dizi daha gelmedi daha önce. Gelene kadar da Lost hatırlanacak hep.

Son olarak Lost'u hatırlamak için 10 sebep: (herhangi bir sıralama yoktur)
  1. 1x10 - Raised By Another - Danielle ile tanışan Sayid kampa gelir ve adada yanlız olmadıklarını herkese söyler. Tam bu esnada Hurley heyecanla gelip Jack'e, Ethan adındaki kazazedenin aslında uçakta olmadığını söyler
  2. 1x04 - Walkabout - Flashback esnasında Locke'ın kazadan önce tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunu, kaza sonrasında bir anda yürümeye başladığını görürüz.
  3. 3x01 - A Tale of Two Cities - Oceanic 815'in düşüşünü Dharma barakalarından görürüz.
  4. 2x17 - Lockdown - Henry Gale'in bavulunu aramaya giden Sayid geri döner. Bavulu bulmuştur. Fakat bununla yetinmeyip cesetleri mesarlarından çıkartmış ve Henry Gale'in sürücü belgesini bulmuştur. Kazazedeler ellerindeki adamın Henry Gale olmadığına emin olurlar.
  5. 2x20 - Two for the Road - Anna Lucia'ya isterse kendine Henry Gale diyen adamı öldürebileceğini söyleyip silahı ondan alan Michael Anna Lucia'yı vurur.
  6. 3x13 - The Man From Tallahasse - Tallahasse'den gelen adamın Locke'ın babası gerçek Sawyer olduğu anlaşılır.
  7. 3x22&23 - Through the Looking Glass - Bölüm sonunda flashback sandığımız kısımda Jack Kate ile buluşur ve adaya geri dönmeleri gerektiğini söyler.
  8. 4x09 - The Shape of Things to Come - Keamy Alex'in kafasına bir kurşun sıkar.
  9. 5x07 - The Life and Death of Jeremy Bentham - Ben Locke'ı boğarak öldürür. Adaya geri döndüklerinde ise Locke hayattadır.
  10. 2x10 - The 23rd Psalm - Mr. Eko MIB ile karşı karşıya gelir. MIB Eko'ya zarar vermez.

11 Mayıs 2010

Altı Ok mu Altın Ok mu?


30 Ocak 2005 tarihinde CHP onüçüncü olağanüstü kurultaytını toplamış. Mustafa Sarıgül CHP genel başkanlığına aday olmuş, Deniz Baykal yine genel başkan seçilmiş. Ben de oturup ekşi sözlüğe şu yazıyı yazmışım:

seksenlerin ortasında tanıdım deniz baykal'ı. aklım politikaya basmasa bile o zamanların politik şahsiyetlerini tanıyıp siyasi görüş olarak değerlendiremesem de kişilik ve tarz olarak değerlendirmeye başladığım günlerde.

o zamanların sosyal demokrat kanadının büyük partisinin adı shp idi. genel başkanı da çok tonton, şirin, çılgın bilimadamı görünüşlü erdal inönüydü. babası da büyük adamdı der dururdu herkes.

bu deniz amca da bu partinin genel sekreteriydi. genel sekreter demek herhalde sekreter gibi luzumsuz işlere bakan biri sanırdım başlarda. ama bu deniz amca arada trt'de çıkar atıp tutardı. genelde hep birilerinin yaptıklarını beğenmediğini söylerdi. bu birileri de karşı partinin genel başkanı, özal ya da evren paşa değildi genelde. hep shp'den birileriydi.

sonra shp kurultaylar yapmaya başladı. her mevsim başında kurultay oluyordu, ben de çocuk aklımla bunalr herhalde yeni mevsimi karşılamak için kurultay yapıyorlar diyordum. zira o zaman ilkokul ders kitaplarında böyle kavramlar vardı. kış gelirken yapılan işler, yaz gelirken yapılan işler.

her kurultayda bu deniz amca genel başkanlığa aday oluyordu. o zaman anladım bu genel sekreterliğin aslında önemli bir şey olduğunu. belki de adı sekreter diye içerliyordu deniz amca, haklıydı da. nerede "genel başkan", nerede "genel sekreter". ama her kurultayda da erdal amca yine genel başkan oluyordu. hem de yani nerdeyse "ya deniz kardeşim, yine kurultay yaptık ama afacan partililer yine beni seçtiler, kusuruma bakma ya" gibi tatlı bir üslüp takınıyordu her kurultay sonrası.

anlayamadığım şey çoktu. olayları kavramaya başladıkça da arttı. 2-3 ayda bir niye kurultay topluyorlardı? ne değişiyordu ki böyle kısa zamanlarda? niye bu kadar ısrarcıydı bu deniz amca? bu kadar uğraştıktan sonra eskaza genel başkan seçilirse hayatının anlamı kaybolmayacak mıydı?

yıllar geçti. yavaştan aklım olayın her boyuna basar oldu. doksanların başına geldik. shp 8-10 kurultay toplamıştı o zamanlara kadar deniz baykal-erdal inönü yarışına sahne olan. plastip show'un bir bölümü deniz baykal konusunda bakış açıma son ve nihai şeklini verdi.

ilgili bölümde parti liderleri bir açıkoturumdalar. sekreter olmasına karşı deniz amca'yı da çağırmışlar. erdal inönü ne dese arkasından deniz amca "erdal beey, erdal beey... türk sosyal demokrasisinin yeni bir kana ihtiyacı var. kurultay istiyorum, kurultay. sekinci kurultayı istiyorum" bir ara reklama giriyordu açıkoturum reklamlarda da deniz amca elinde mandallarla fırlıyordu. "şimdi reklam...(mandalları fırlatarak) erdal beey, erdal beeey... türk sosyal demokrasisinin yeni bir kana ihtiyacı var. kurultay istiyorum, kurultay. sekinci kurultayı istiyorum"

yıllar geçti. atatürk'ün chp'si tekrar açıldı. deniz baykal sekreterlikten bıkmıştı artık. gitti ona genel başkan oldu. sonra shp ile chp birleşti. ve bir anda deniz baykal birleşik partinin genel başkanı oldu. bu olaydan sanırım 10 yıla yakın bir süre geçti bu güne.

shp'de erdal inönüyle yıllar süren bir kurultay mücadelesine girmesine karşın bu sürenin büyük bölümünde (belki hepsinde, hatırlamıyorum) baykal genel sekreter olarak kaldı. erdal inönü lider özellikleri taşıyan biri değildi belki ama akılcı bir insandı. baykal'ın arkasına kitlelerin desteğini alabilirse başarılı olabileceğini düşünüyordu belki, asla onu tasfiye etmeye, partiden kopartmaya çalışmadı.

baykal ise sürekli parti içinde önemli görevlere kendine yakın insanları yerleştirmeye, parti tüzüğünde kendi gücünü arttırmaya yönelik düzenlemeler yapmaya çalıştı. chp yeni açıldığında genel başkan olduktan sonra chp'de kendine muhalif tüm isimleri temizledi. chp-shp birleşmesinden sonra da giderek chp içinde kendi örgütlenmesini yaydı. birleşik chp'nin genel başkanı olduktan sonra da muhalifleri temizlemeye devam etti. deniz baykal'ın çirkin siyasetinden sadece sarıgül gibi aynı frekansta insanlar sıyrılıp seslerini duyurabildiler. bu siyasi methodolojisiyle baykal türk siyasetine hizipçilik kavramını kazandırdı.

deniz baykal sadece bunlar demek değildir tabi. bir siyasi görüşü vardır. türkiye için doğru bulduğu şeyler vardır. ama çok büyük bir güç hırsı vardır kendisinin ayrıca. ve bu güç hırsının etkisi altındayken diğer herşey önemsiz hale gelmektedir. ve ben kendi adıma deniz baykal'a bakınca yıllardır bu hırstan başka bir şey göremiyorum. kendisi ise malesef kendisine yakın isimlerin desteğini halkın desteği sanıp doğru bildiği şekilde devam etmektedir. fakat bence deniz baykal'ın liderlik özelliklerine verilen oy chp'ye verilen oyun çok cüzzi bir miktarıdır. malesef deniz baykal bunu görememektedir.

Bunun üstünden de bir 5 yıl geçmiş. Hala değişen bir şey yok. Deniz Baykal istifa etmiş ve medyada birden bire Deniz Baykal'ın nasıl bulunmaz hint kumaşı olduğu bas bas bağrılıyor.

Türkiye alışıktır bunlara. Bu ülke öldükten sonra Turgut Özal'ın nasıl bir değer olduğunu, İhsan Doğramacı'nın nasıl önemli bir bilim insanı olduğunu da bağırmıştı. Deniz Baykal şanslı, ölmesine gerek kalmadı en azından.

Türkiye'nin şu anda durumu nedir diye bir yazıp çizsek çok uzun tefrikalar çıkmaz. Çok basit bir resim çıkar: Tük siyaseti Allah, Peygamber peşindeki tarikat bağlantılı muhafazakar görüşler ile Atatürk, Laiklik peşindeki ordu bağlantılı muhafazakar görüşler arasında ikiye bölünmüş bir mücadele alanıdır. Baykal'ın CHP'si (CHP kendinin olamıyor ya bir tek, ya Baykal'ın ya da Atatürk'ün olmak zorunda) bu bölünmüşlükte bir taraf. 

Bu bölünmüşlükte Atatürkçü ve laik kesmin kendini devletin kuruluş sürecindeki rollerinden dolayı baştan 1-0 galip ilan etmişlikleri var. "Cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilir" anayasa maddesini kendi istemedikleri adayın seçileceği anlaşılınca "Yok öyle bize danışacaksınız" diyerek yeniden yorumlayan bir hukuk ve demokrasi anlayışı bunların en faziletli, en çok destek toplayan işleri. Tüm bunlar üstüne cumhuriyet mitinglerini ve arkasından gelen ağır seçim yenilgisini ise büyük bir zafer gibi göstermeyi bile başardılar nerdeyse.

Tüm bunların ötesinde Türkiye'de "dinci, laiklik karşıtı, irticacı" diye aşağılanan hükümet CHP'nin ömrü boyunca hayal bile edemeyeceği yenilikçi işler yapmıştır. Sigara yasağı gibi, demokratikleşme paketi gibi. Bu işlerin ne kadar doğru ne kadar yanlış ne kadar içi dolu ne kadar içi boş olduğu tartışılıyor hala. Ama en azından ortada elle tutulur şeyler vardır.

Buna karşı CHP'nin bir iş yapmışlığı olmadığı gibi (pardon ama muhalefetteydiler değil mi) herhangi bir planı da yoktur. Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp da CHP'nin güneydoğu raporunun güneydoğudaki problemler için en önemli çözüm önerisi olduğunu söylemektedir. Hangi raporu kastettiği belli olmasa da bu raporların en yenisi 11 sene önce, neyseyse Apo yakalanmadan önce yazılmıştır. CHP'nin sorunlara çözüm üretme konusundaki anlayışı budur.

Türkiye'de siyasi resim nedir dersek budur. CHP konusunda bir kelime fazla bir şey bile söyleyemeyiz. Türkiye'de siyasi arena az gelişmiş bir ülkenin siyasi arenası olmanın tüm özelliklerini göstermektedir. Ortada bir iş yoktur. Kimsenin hiç bir konuda bir çözüm önerisi planı yoktur. Ortada metalaştırılmış şeyler vardır, herkes de kendi metasının en önemli meta olması derdindedir. Toplumun bir kesimi kafayı ne helal ne haram buna takmış; öbür kesim de Atatürk buna evet mi derdi hayır mı derdi mevzuuna takılmış kalmış. Hiç de bir farkları yok birbirlerinden biri 80 sene öncede çakılı kalmış, öbürsü 1500 sene. Bugünün problemlerine çare bulamadıktan sonra, insanların neye ihtiyacı var bunu anlamaya ya da çözmeye çalışamadıktan sonra ne fark var ikisi arasında?

Pratikte faydası 0 (yazıyla sıfır) Tüm bunlara ek olarak CHP bu ülkenin içine şuursuzluk sinmesinin baş sebebi. Bunu görmek için bakın bir CHP'nin arkasında kimler var. Kim oy veriyor CHP'ye?

Birinci grup, sol görüşlü sayılabilecek grup. Bu grubun kafasında ya CHP'nin sol parti olduğu gibi bir ilüzyon var 70'lerden kalan, ya da bir sol parti yapısına en yakın mainstream parti olarak CHP'yi görüyorlar. Türkiye'de sol görüşe uygun bir şeyler olacaksa bunun CHP tarafından yapılacağını savunup duruyorlar. Bu grubun içine Atatürkçülüğün solculuk demek olduğunu sananları katmıyorum. Bu grup olsa olsa solcu özentisi olur zira.

Bu grup belki de CHP'ye oy verenler arasında en iyi niyetli, demokrasinin gereğinin bu olduğunu düşünen kitle. Ama ne oluyor. Oy verdikleri parti yıllardır sol görüşe uygun ne yapmış? AKP ile CHP karşılaştırılınca hangisi daha sol sizce? CHP AKP kadar bile sol olmayı başaramadı son 20 yılda. Kendinizi kandırmayın artık...

İkinci grup, toplumumuzdaki burjuvalar. Ama yeni 1990-2000 model İslami burjuva değil bunlar. Beyaz Türkler yani. Aslında tam anlamıyla Türkiye'nin burjuva kesimini oluşturan, 80 öncesine kadar devlete, kültüre, sanata, yaşama hakim olan, hatta bazılarının iyice azıtıp Türkiye'nin olmayan aristokrat kesimi olmaya soyundukları kitle. Dillerinden Atatürk'ü düşürmeyen, laikliğin ne kadar önemli olduğunu size saatlerce anlatabilecek, hayatta fark yaratacak bir şeyler yapmak için bilmemne derneğine para yatırıp kendi burjuva ahlaklarını pohpohlamaları ile övünen insanlar topluluğu.

Bu grup da CHP'ye oy verenler arasında en kötü niyetli grup. Demokrasi, özgürlük, eşitlik diye şeylerin anlamını bilmezler. Atatürkçülük, laiklik, inkılapçılık neye yarar ondan haberleri yoktur. Atatürk'ün yaptığı şey en doğrusudur mantığı içerisinde herşeyi size kanıtlayabilirler. Ama aslında tek önemli şey vardır onlar için muhafazakar yaşam tarzı kendi liberal ve burjuva alışkanlıklarını tehdit edecek mi? Bu grup CHP'nin yüzkarasıdır. Türkiye'de her türlü değerin yozlaşmasında muhafazakar odaklara müsamma gösterilmesi kadar bu ikiyüzlü kitlelerin de cumhuriyet savunucusu olmasının büyük payı vardır. Yükselen muhafazakarlığın karşısına burjuvazi ve burjuva ahlakını yani çürüyeli 100 yıl geçmiş bir sistemi koyarak Türkiyeye en büyük haksızlığı yapmaktadırlar.

Üçüncü grup, 80 öncesi sosyal yapıda köylü tabakasını oluşturan, bugünkü sosyal yapıda da ortadirek adı verilebilecek kitlenin bir kısmıdır. Bu kitle ne burjuvadır, ne kafayı Atatürk ile bozmuştur, ne de devrimci sayılabilirler. Daha özgürlükçüdürler. Sol görüşün goministlik olduğu dışında bir şey bilmezler fazla. Bilmeye çok da ihtiyaçları yoktur, Basit düşünürler zira. Bu hesapları yapmazlar. Kendi hayatlarında ve toplum hayatında olan değişiklikler oylarına yön verir. Daha önce muhafazar bir partiye oy vermiş de olabilirler. İlerde AKP'ye de oy verebilirler.

Bu grupda olup da CHP'ye oy veren insan sayısı da son 20 yılda iyice azalmıştır. 23 Temmuz 2007 gününde herkes çözmeye çalışıyordu nasıl olur da 2 kişiden biri AKP'ye oy verir. Oysa cumhuriyet mitingleri olmuştu, olsa halk sokağa dökülmüştü. Ama AKP'yi %50'ye çıkartan kimsenin adamdan saymadığı bu gruptu. Kendi hayatları için doğru kararı verdiler, muhafazakar söylemlerine tam katılmasalar bile, art niyetli olduklarından şüphelenseler bile AKP'ye oy verdiler. Çünkü göstermelik de olsa bir demokrasi anlayışı, bir şeyler üretme isteği vardı AKP de.

Şimdi geldik bu güne. Deniz Baykal yerlere göklere sığdırılamıyor. Geri dön diye ağlıyormuş tüm parti teşkilatı. "2 sene sonra kesin cumhurbaşkanı olur" diyenler de var. Vay be neymiş bu Baykal. 20 yıldır bu partinin genel başkanı. Ama herhalde bu tablo başkasının eseri.

CHP'li değilim. CHP'ye oy verdim geçmişimde. Birinci gruba girerim yukardaki gruplardan oy verirken kafamdakilerle. Sonra da tövbe ettim bir daha oy vermemeye. Sonra sonra da 2007 de olan bitenler nefret etmemi sağladı CHP'den. Ama bir gerçek var CHP Türkiye'nin önemli bir parçası.

Fakat bu önemli parça olma misyonunu yukarda resmini çektiğim şekilde yerine getiriyor CHP 20 yıldır. Daha gerisi de var bunun ama onlara girmek "senin baban da benim dayıma küfretmiş 50 sene önce" demek gibi birşey olur, gereksiz.

CHP'liler kendilerine bir sorsunlar lütfen hazır Baykal göstermelik de olsa koltuğu terk etmişken. Artık değişim istemiyor musunuz? Nedir CHP'nin yeri gerçekte? Ne olmak istiyor? Deniz Baykal geri gelip o koltuğa oturunca mutlu mu olacaksınız?

Evet Deniz Baykal gelip tekrar o koltuğa oturmak isteyecek, bundan kimsenin şüphesi olmasın. Belki yarın, belki altı ay sonra, bir yıla kalmaz ama... O zaman CHP "Peki buyrun" diyecek ve aynı "hiçbirşey" olmaya devam mı edecek?

Bu Türkiye için önemli bir an. CHP yıllardır koca bir "hiçbirşey". Ama herkes o kadar meşgul ki laiklik ile Atatürk ile din ile. Bu konularda bir duruşa sahip olmak yetiyor bir şey olabilmek için. Ama insanlara yapay problemler verip kavga ettirip bir kısmının gözünde değerli olsanız bile Türkiye'ye zarar vermek tek yaptığınız.

Bütün bu olup biteni yıllardır "CHP iyi de Baykal yüzünden böyle" diye savundu tüm CHP'liler. Hadi buyrun işte firsat! Baykal mı geri gelir, yoksa partideki Önder Sav benzeri Baykal'a özenen şuursuzlardan biri mi, ya da başka biri mi çok önemli değil. Ama CHP değişecek mi? En azından bu toz bulutu içerisinde biraz da olsa yitip gittiğini görebilecek mi?

Bunu yapamazsa, bu toz bulutundan, bu istifadan sonra yine aynı parti aynı yavanlıkla, aynı boş kafalılıkla karşımıza çıkarsa da artık halkın bir şeyleri görüp CHP'den ne köy ne kasaba olmayacağını anlayacağını umut ediyorum. O zaman da gerçekten alternatif bir siyasal hareket ortaya çıkıp Türkiye siyasetindeki kaliteyi belki biraz yükseltir.

6 Mayıs 2010

The Tudors


Catherine of Aragon


Anne Boleyn


Jane Seymour


Anne of Cleves


Catherine Howard


Catherine Parr


His Majesty, Henry the Eighth, by the Grace of God, King of England, France and Ireland, Defender of the Faith and the Church of England and also of Ireland in Earth Supreme Head

The Tudors Final

13 Haziran 2010

24


Jack Bauer: God forgive me. (shoots Ryan Chapelle)


24 Final - Day 8: 2:00pm-3:00pm/Day 8: 3:00pm-4:00pm

24 Mayıs 2010

Lost


Claire: Where are you going?
"Locke": To finish what I started.


Lost Final - The End Pt.1 & 2

23 Mayıs 2010

20 Mart 2010

Türkiye'de Hukuk

Bu hafta yaşanan dört olay var Türkiye'de uzaktan takip ettiğim. Belki ortak özellik az. Ama bana aynı şeyi hissettirdiler nedense.

Pazar Günü...

İstanbul'da oynanan İstanbul Büyükşehir Belediyespor - Diyarbakırspor maçı taraftarın sahaya girmesinden dolayı yarıda kaldı. Ligin ilk devresinde Bursa'da oynanan Bursaspor - Diyarbakırspor maçında başlayan gerginlik bir önceki hafta Diyarbakırspor - Bursaspor maçında zirveye ulaşmış ve bu maç da yarıda kalmıştı. Türkiye Futbol Federasyonu Diyarbakır-Bursaspor maçı ile ilgili kararını henüz vermemişti ama Diyarbakırspor'un hükmen mağlup olması bekleniyordu. Aynı olayın ikinci defa tekrarlanmasıyla Diyarbakırspor küme düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.


Pazar Günü...

İstanbul'da oynanan Galatasaray-Ankaragücü maçı sırasında tribünde büyük bir kavga çıktı. Bir taraftar tribünde başka bir taraftarı polis kamerasına da yansıyan görüntülerde tekme tokat dövdü. Dövülen taraftar daha sonra tribünden yaklaşık 20-30 m. lik bir yükseklikten aşağı düştü. Ağır yaralanan taraftar hayati tehlike yaşamadı. Olayın sebebinin taraftarın Beşiktaş'lı olması ve Galatasaray'a küfür etmesi olduğu iddia edildi. Taraftarın ağabeyi ise kardeşinin Galatasaray'lı olduğunu, siyah beyaz bir mont giyiyor diye dayak yediğini ve tribünden aşağı atıldığını açıkladı. Kavgaya karışan taraftar hakkında "kasten adam yaralamak" suçundan dava açıldı.


Salı Günü...

Türkiye Futbol Federasyonu Yönetim Kurulu (Yarıda kalan maçları değerlendirip sonuca bağlamaya yetkili kurum) Diyarbakır-Bursaspor maçı ile ilgili kararını açıkladı. Diyarbakırspor hükmen yenik ilan edildi Karar Futbol Müsabaka Talimatı'nın 20. maddesi, 1.fıkrası, b bendine dayanıyordu. Yani:

Seyircilerin taşkın ve edebe aykırı hareketleri ile birlikte müsabakaya müdahaleleri
sonucunda müsabakaya devam edilmesi olanağının kalmaması, hallerinde
müsabakayı tatil ettiğini ilan eder. Bu hallerde TFF Yönetim Kurulu, ihlali
gerçekleştiren takımlardan birinin veya her ikisinin hükmen yenik sayılmasına ve
ayrıca olayın durumuna göre galibiyet halinde verilen puan kadar puan tenziline karar
verebilir. Eğer müsabaka eleme usulüne göre düzenlenmişse, takım bu
müsabakalardan ihraç edilir ve ertesi yıl aynı mahiyetteki müsabakalara katılamaz.
Play-Off sisteminde oynanan müsabakalarda ertesi yıl aynı mahiyetteki
müsabakalara katılamama kararı verilemez.

Bu karardan sonra Diyarbakırspor küme düşecek mi tartışmaları yoğunlaştı.

Çarşamba Günü...

ODTÜ'de öğrenciler Ankara Büyükşehir Belediyesinin toplu taşım konusundaki ücret politikasını protesto etmek için otobüslere bilet kullanmadan binme eylemi yaptılar. Otobüs şöförleri öğrencileri eylemden vazgeçmeleri için uyardı, eylem devam edince de kontak kapatıldı. EGO yetkilileri gelip olayı çözmeye çalıştı fakat eylem devam etti. Bunun üzerine polis yüzden fazla öğrenciyi gözaltına aldı. Öğrenciler ifadeleri alındıktan sonra herhangi bir suçlamada bulunulmadan serbest bırakıldılar. Melih Gökçek olay üzerine "olayların devam etmesi halinde üniversitelere EGO otobüsleri göndermeyeceğini" çok üzülerek (!) açıkladı. 

Çarşamba Günü...

Recep Tayyip Erdoğan Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkiler ve çeşitli ülkelerin parlementolarında görüşülen Ermeni Soykırımı (pardon Sözde Ermeni Soykırımı) kınama tasarıları ile ilgili şu açıklamayı yaptı:

Ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar. Ülkemde de tutmak zorunda değilim.

Perşembe Günü...

Türkiye Futbol Federasyonu Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu Galatasaray A.Ş.'ye Galatasaray-Ankaragücü maçında çıkan olaylar sebebiyle 100.000 TL para cezası verdi.

Cuma Günü...

Türkiye Futbol Federasyonu Yönetim Kurulu, İstanbul Büyükşehir Belediyespor-Diyarbakırspor maçı ile ilgili kararını açıkladı. Karşılaşma tatil edildiği andaki sonucuyla tescil edildi. Karar Futbol Müsabaka Talimatı'nın 21. maddesine dayandırılıyordu. Yani:

TFF, 20. maddede belirtilen hallerin dışında ortaya çıkan zorlayıcı sebepler
dolayısıyla müsabakanın yarıda kalması halinde ise yarıda kalan müsabakanın başka
bir günde yarım kaldığı andaki şartlarla tamamlanmasına, yeniden oynanmasına
veya müsabakanın yarıda kaldığı andaki sonucu ile tescil edilmesine karar verir.

 20. maddeyi de bir daha baştan sonra aktaracak olursam:

Müsabaka hakemi;
a) Müsabakanın, kulübün futbolcusu, yöneticisi, teknik adamları ile diğer kişilerin ayrı
ayrı veya birlikte hakeme veya rakip takım futbolcu ve mensuplarına fiili eylemde
bulunmaları, kavgaya sebebiyet vermeleri ve bu eylemleri dolayısıyla müsabakaya
devam edilmesi olanağının kalmaması,
b) Seyircilerin taşkın ve edebe aykırı hareketleri ile birlikte müsabakaya müdahaleleri
sonucunda müsabakaya devam edilmesi olanağının kalmaması, hallerinde
müsabakayı tatil ettiğini ilan eder. Bu hallerde TFF Yönetim Kurulu, ihlali
gerçekleştiren takımlardan birinin veya her ikisinin hükmen yenik sayılmasına ve
ayrıca olayın durumuna göre galibiyet halinde verilen puan kadar puan tenziline karar
verebilir. Eğer müsabaka eleme usulüne göre düzenlenmişse, takım bu
müsabakalardan ihraç edilir ve ertesi yıl aynı mahiyetteki müsabakalara katılamaz.
Play-Off sisteminde oynanan müsabakalarda ertesi yıl aynı mahiyetteki
müsabakalara katılamama kararı verilemez.
(2) TFF Yönetim Kurulu, 1. fıkrada öngörülen tüm durumlarla ilgili olarak karar verirken,
müsabakanın hakemlerinin, gözlemcilerinin, temsilcilerinin, Merkez Hakem Kurulu ve
Temsilciler Kurulu Üyelerinin, Disiplin Müfettişlerinin ve ilgililerin raporlarını ve her
türlü delili göz önünde bulundurur.
(3) TFF Yönetim Kurulu, yaptığı değerlendirmede, maçın tatil kararlarını uygun
görmediği takdirde, maçın tekrarlanmasını veya yarıda kaldığı anki sonucu ile tescil
olunmasına karar verebilir.
(4) Bu maddede belirtilen sebeplerle aynı sezonda ikinci kez müsabakanın
tamamlanamamasına sebebiyet veren takımlar, bulunduğu sezonda müsabakalardan
çıkarılarak, bir alt lige düşürülür ve bu takımla müsabakası olan takımlar müsabaka
yapmaksızın hükmen galip sayılırlar. Bu durumda olan takımların takip eden sezonda
müsabakalara alınıp, alınmaması konusunda TFF Yönetim Kurulu karar verir. Alt lig
bulunmaması halinde kulüpler bir yıl(sezon) müsabakalara alınmazlar.

Şimdi ben hukukçu değilim. Ama bu olaylar hakkında kafamda aynı sorular dönüp duruyor:

Diyarbakırspor'un oynadığı iki maçta yaklaşık aynı olaylar yaşanırken nasıl oluyor da Türkiye Futbol Federasyonu iki ayrı karar verebiliyor?

İ.B.B.-Diyarbakırspor maçı ile ilgili verilen kararda atfedilen 21. madde maçın "Seyircilerin taşkın ve edebe aykırı hareketleri ile birlikte müsabakaya müdahaleleri" durumu dışındaki durumları düzenliyor. Türkiye Futbol Federasyonu nasıl oluyor da bu maddeyi İ.B.B.-Diyarbakırspor maçı ile ilgili karar vermek için kullanabiliyor?

Galatasaray klübüne para cezası verilmesinin, saha kapatma veya seyircisiz oynama cezası verilmemesinin altında yatan sebep nedir? Türkiye Futbol Federasyonu Beşiktaş ve Fenerbahçe klüplerine daha önce sahalarında tribünde ya da saha dışında meydana gelen benzer olaylar ( İstanbul İnönü Stadyumunda bir Beşiktaş maçında tribünde çıkan ve bir taraftarın ölümüyle sonuçlanan olay, İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadyumu çevresinde bir Fenerbahçe maçı esnasında çıkan ve bir taraftarın yaralanmasıyla sonuçlanan olay) ile ilgili futbolu şiddetten arındırmak maksadıyla klüplere saha kapatma cezaları vermişti. Bu maçtaki olaylar futbol şiddeti kapsamına girmiyor mu?

Melih Gökçek ya da Ankara Büyükşehir Belediyesi istediği yere toplutaşım hizmetini istediği zaman kesme yetkisine sahip midir? Toplutaşım belediye tarafından ücret karşılığında ve keyfi oalrak yapılıyorsa kamu hizmeti kapsamında sayarak yanılıyor muyuz?

Türkiye'de yüz bin kaçak Ermeni olduğu biliniyorsa, ve Türkiye istediği bu insanları sınırdışı edecek güce sahipse bu gücü niçin kullanmıyor? Bu insanların Türkiye'de kalıp kalmamaları çeşitli siyasi durumlara ya da Recep Tayyip Erdoğan'ın isteğine mi bağlıdır?

Aslında soruların hepsinin cevabını biliyoruz. Hukuk insanların ortak iyiliği için konulan ve kurumlar tarafından savunulan kurallar bütünüdür. Ama kurumlar kuralları savunamadıkları zaman ne olur? Futbol maçlarında bir yanlış karardan sorna arka arkaya yanlış kararlar veren hakemlere olan olur. Yanlış ve hukuksuz bir karardan sonra kurumların verdikleri kararlar hukuk çerçevesinden çıkar ve bir nevi huku dışı adalet kavramına dayanmaya başlar. Hukuk dışına çıkıldığı zaman da komedi başlar.

Ondan sonra Türkiye Futbol Federasyonu Diyarbakırspor'un alt lige düşmesinin siyasi boyutunu düşünerek kural kitabında yazan kurala gözünü kapatır (Not: Bu siyasal gerekçelerin ben de arkasındayım. Fakat hukuk pahasına değil)

Ondan sonra Türkiye Futbol Federasyonu futbol sahalarında şiddeti önlemeyi tribünden atılan taraftarın montu siyah beyaz olduğu için bir süre askıya alır.

Ondan sonra Melih Gökçek her sabah otobüs seferlerini baştan düzenletebilir.

Ondan sonra Recep Tayyip Erdoğan kafası kızması halinde görevi olan işleri yapmaya başlayacağına dair tehdit savurabilir. 

Bize ne kalır... Bize de Türkiye'de her an her şeyin olabileceğini, hukuk diye bir şeyin olmadığını idrak etmek.

Egemenlik kayıtsız şartsız kaosundur.

12 Mart 2010

Old Republic - New Champion?

Bugün Eurogamer'da EA'in mali işlerinde söz sahibi bir yöneticisinin bir açıklaması yer aldı. Özetle şöyle diyordu: "Old Republic EA tarihinin en pahalı oyunu olacak".


Bilmeyenler için Old Republic Star Wars evreninde, Old Republic döneminde bir MMORPG oyun. Bu dönem Bioware'in Star Wars: Knights of the Old Republic (I ve II) oyunları için yaratıldı. Maksat George Lucas'un son derece önem verdiği Star Wars tutarlılık denetimine çok fazla takılmadan özgün bir ortam yaratmaktı. Galaktik İmparatorluktan dört bin yıl önce geçen öykü Sith'in daha aktif olarak cumhuriyetin karşısında durduğu bir iç savaş ortamını anlatıyordu. Bioware EA tarafından satın alındıktan sonra Old Republic evreninde geçen bir MMORPG oyun yapacağı açıklandı, oyunun 2011 ilkbaharında piyasaya çıkması bekleniyor.

EA tarafından yapılan açıklama aslında kendi başına çok da ortalığı karıştıracak türde değil. Yani EA 2000'lerin başından beri bu piyasadaki en büyük oyuncu. Activision Blizzard,World of Warcraft ile 2008'i ciro olarak önde kapatsa da EA daha geniş oyun yelpazesi - bu yelpazedeki oyunların aslında bir seri üretim mantığı ile yapıldığını bilsek de- ve daha fazla oyuncuya hitap etmesiyle şirketsel anlamda hala en büyük. Ve en büyükten böyle iddialı bir açıklama duymak çok da şaşırtıcı değil.

Fakat EA'in bu açıklaması sadece iddialı bir açıklama olmanın ötesine geçip EA için bir değişimin de başlangıcı olacaksa bu değişim sektörü de değiştirecek. 

Elektronik eğlence sektöründe yapım maliyetlerinin artmaya başlaması 90'larda sektörün bir sanayi haline gelmesiyle eş zamanlı. Ama son on yılda bu artış azımsanamayak bir seviyeye ulaştı. Resmi olarak global elektronik eğlence sektörünün cirosu Hollywood'u geçti. En büyük yapım maliyetine sahip oyunlar listesine bakarsanız son 10 yılda yapılmamış bir oyun yok. 99-00 döneminde yapılan Final Fantasy IX ve Shenmue uzak doğudaki elektronik eğlence çılgınlığının canlı göstergesi olurken listede 3-4 tane de henüz çıkmamış oyun var. 

Tabi aslında sektörü büyük bir dönüşüme uğratan o üç oyun: World of Warcraft, Grand Theft Auto ve Call of Duty: Modern Warfare 2.

World of Warcraft 'ın şu anda Activision Blizzard'a en az ayda 50 milyon $ kazandırdığı sanılıyor. Buna karşın oyunun geliştirme maliyeti 50 ile 100 milyon $ arasında bir rakam olarak biliniyor, Blizzard asla resmi bir açıklama yapmasa da. Oyun piyasaya çıktıktan sonkari bakım ve geliştirme masraflarının 2008 yılına kadar 200 milyon $ olduğu biliniyor. 2008-2010 arasını da çok kötümser bir tahminle 100 milyon $ olarak hesaplasak bile oyunun toplam maliyeti 400 milyon doları anca buluyor. Oyunun bu maliyeti daha ilk senesinde amorti ettiğini bilmek biraz insanı şaşırtıyor. 

Grand Theft Auto 4'un 100 milyon $'lık maliyeti çok ses getirmişti. Ama şu andaki gidişat bu maliyetin anca sembolik olarak kalacağını çok yakın zamanda pabucun dama atılacağını söylüyor. Yine de GTA 4 açıkca 100 milyon $ maliyet açıklayan ve buna uygun bir pazarlama kampanyası ile piyasaya çıkan ilk oyundu.

CoD:MW2 ise ilk gününde 5 milyon, ve iki ay içinde bir milyar dolarlık satış yaparak inanılmaz bir hızlı satış rakamına ulaştı. Tabi CoD:MW2'nin bu performansı sürdürüp de en çok satan oyun olması zor görünüyor ama bir oyunun 2 ayda 1 milyar ciro yapması da bir ilk.


Yani baştaki konuya geri dönersek EA sektörün en büyüğü iken bunlar oldu sektörde. Ve bu işlerin hiç birinin altında EA imzası yok. EA'in en büyük olma hikayesi 16 milyon satan Sims serisi, her sene EA'e ciddi bir gelir getiren FIFA, NBA, NHL, NFL, vs. serileri, Need for Speed serisi, Medal of Honor serisi ve kimisi iyi kimisi rezalet, en iyisi Battle for the Middle Earth olan bir sürü filmin oyun uyarlaması ile anlatılabilir. Yani EA asla büyük oynayıp en iyiyi yapma iddiasında olmadı. 

Tabi bu durumun altında yatan ve çok da gözönünde olmayan bir sebep de EA'in daha çok dağıtıcı rolünde olması. EA Sports ve bazı EA uydu stüdyoları ta en baştan beri spor oyunları ve NFS serilerini geliştirdi ama uzun zaman bu EA'in bir geliştirici olarak yaptığı tek işti ve EA'in iyi iş çıkartmaktansa sürümden kazanmak felsefesi bu dönemde ortaya çıktı. Zira geniş dağıtım ağı ile bir oyunun tüm gelirini kara dönüştürüyorsanız çok da fazla büyük bir iş yapıp parsayı toplama derdinde olmuyordunuz. 

Daha sonra 2000'lerin başında EA'i en büyük konumuna getiren de arka arkaya satın aldığı geliştirici firmalardı. Westwood, Maxis, Bullfrog, Mythic ve bu yazıyı yazmama yol açan Bioware. EA bu firmaların bazılarını öldürdü, bazıları hala aktifler. Ama EA'in sürümden kazanma mantığı tüm satın alığı stüdyoların önünde kaldı hep. 

EA Bioware'i satın alınca bir çok kişi "Evil Empire yeni bir gezegeni ele geçirdi" yorumu yaptı. Bioware'in de yakında öleceğini düşünenlerdendim. Ama en azından şimdiye kadar yaşamaya devam etti Bioware. EA RPG ve MMORPG oyunlarından sorumlu yeni bir birim yaratıp bu birimi Bioware ve Mythic'den gelen personelin kontrolüne verdi. Ve bugün düşen açıklama. EA bu sefer büyük oynuyor bu kesin. Vivendi'nin ve birleşme sonrası Activision'ın Blizzard'a olan tutumlarının onlara nasıl büyük bir kar olarak döndüğü gerçeğine gözlerini kapayamadığını da söyleyebiliriz. 

Yine de biraz şüpheci davranmakta fayda var. Bir kere MMORPG piyasası EA'in hiç de alışık olmadığı zor bir piyasa. Yani 10-20 milyon maliyetle bir oyun yapıp bu oyunun 30-40 milyon kazanmasını ummaya alışmış bir firma EA. MMORPG piyasasında ise önemli olan tek şey tutunup tutunamayacağınız. Eğer tutunabilirseniz oyunu oynayan kitleyi peşinizden sürükleyebilirseniz ciddi gelirler elde etmek mümkün. Fakat bunu yapabilen şu ana kadar sadece Blizzard var. Uzak doğu kökenli MMORPG'ler o bölgede benzer başarılara imza atabiliyorlar ve zaman zaman Guild Wars gibi aylık abonelik ücreti olmamasının gücüyle dünyaya açılabiliyorlar. Ama bunlar dışında o kadar fazla da ölen örnek varki : Matrix Online, Star Wars Galaxies, Tabula Rasa. Ve ölmese bile World of Warcraft'ı zorlamayı şöyle bırakın 100,000 abone sınırını zar zor geçen bir sürü iddialı oyun. Lord of the Rings Online, City of Heroes/Villians, Age of Conan. EA tabi ki hedefi 200-300 bin olarak seçtiyse bu hedefe rahat ulaşır. Ama şu ana kadar gördüğümüz bir şey, MMORPG dünyasında oyunların çapı ne kadar küçükse o kadar kısa zamanda ölüyorlar. LotR Online'ın ayakta kalmasının tek sebebi iki ayda bir eklenen yeni içerikler, CoH/V Heroes-Villians stratejisi ile ilgi çekti ama geleceği belirsiz. AoC ise şu anda expansion'a bel bağlamış durumda. Expansion istenildiği gibi gitmezse AoC'da durdurulamaz bir düşüşe girebilir. 

MMORPG piyasasında ve oyun piyasasında durum böyleyken EA'in açıklaması bir acaba dedirtti. Ama işlerinin hiç de kolay olmadığı belli. Ve en önemlisi eğer dev bir yatırımla gerçekten çok iddialı bir oyunla gelip de World of Warcraft'a alternatif olurlarsa gerçekten Evil Empire halini alır mı EA. Göreceğiz.

6 Mart 2010

Calgary II

Geldikten sonra bölümü gittiğim yerleri Google Maps'de tabiri caizse çalışmaya başladım. Genelde yer yön bilgim iyidir ama buraya geldiğimde bir şaşırmıştım. 

İlk dikkatimi çeken tüm adreslerde kullanılan dört ara yöndü. Şehrin beş bölgeye ayrılmış kısaca, şehir merkezi, kuzeybatı, güneybatı, kuzeydoğu ve güneydoğu olarak. Adreslerde şehir merkezini de -nasıl ayırıyorlarsa- dörde ayırıyorlar, mesela şehrin göbeğinde yer alan Calgary Tower'ın adresi SW olarak görünüyor.

Kuzeybatıda ne var diye bakınca şehrin en büyük alışveriş merkezi Market Mall burada. Olympic Oval adı verilen olimpik sürat pateni salonu da bu tarafta. Tabi en önemlisi dükkan burada. University of Calgary kampüsü şehrin kuzey batısında, şehir merkezinden çok çok da uzak olmayan bir yerde.

Kuzeydoğuda havalanı, hayvanat bahçesi - mutlaka gitmem gerektiğine dair tavsiyeler aldığım- ve Sunridge Mall ile Marlborough Mall var. Marlborough Mall da Wallmart olması çekici kılıyor. Sunridge Mall'da da KFC.

Güneybatıda Chinook Center alışveriş merkezi ve Heritage Park yer alıyor. Heritage Park 19. yy. da 20. yy'ın ilk yıllarında Calgary'de hayatın nasıl olduğunun o zamandan kalma yapılar ile sergilendiği bir park.

Güneydoğuda ise Calgary'nin fuarı olarak görülebilecek Calgary Stempede'in yapıldığı Stempede Grounds, Calgary Flames'in sahası olan Pengrowth Saddledome ve bir iki tane daha spor kompleksi var. 

Aslında şehrin bu dört yanı da birbirine benziyor. Biraz üniversite kampüsünden dolayı kuzeybatıdaki Brentwood civarı farklı bir dokuda. Bir de Sunridge ve Marlborough Mall'lar birbirlerine yakınlar ve 2-3 tane daha ufak alışveriş merkezi ve market ile birlikte çok büyük bir alışveriş alanı yaratıyorlar, o bölgenin dokusu biraz farklı.

Şehrin büyüklüğü Ankara'ya çok yakın. Yani Ankara'nın da Calgary'nin de bir ucundan diğer ucuna gitmek bir satten biraz uzun bir süre alıyor. Ankara için Samsun asfaltı-Çayyolu arası biraz daha uzun sürer herhalde. Calgary'de de kuzey'den güneye gitmek daha uzun sürmekte. 

Şehir merkezinde 980 bin kişi, metropolitan alanda -yani banliyöleri de katarsak- 1 milyondan biraz fazla insan yaşıyor Calgary'de. Toronto ve Montreal'in ardından üçüncü büyük şehriyken Kanada'nın - Ottowa, Vancouver, Quebec City ve Edmonton'dan büyük- metropolitan alan açısından beşinci sırada. Bunun en büyük nedeni şehrin büyük bir hızla büyümesi. 1971 yılında 250 bin olan nüfusun 40 yılda milyona dayanmasının arkasında Calgary Oil Boom adı verilen petrol çılgınlığı yatıyor. Bu tip bir gelişim metropolitan alanın bir bütün olarak gelişmesine değil de şehir merkezinin büyük bir hızla büyümesine yol açmış. Şu anda şehir merkezinde yer alan bir çok mahalle daha önceleri birer banliyö kasabasıyken son 50 yılda şehrin içine katılmışlar. 

5 Mart 2010

Calgary I

Çok gezen mi çok okuyan mı bilir derler ya hani. Eğer bu sorunun cevabı çok gezen ise ben pek bir şey bilmiyorum demektir. O denli gezmeye tozmaya, yeni yerler tanımaya kapalı bir bünyem oldu hep. Ama bu şehri bir şekilde tanımak anlamak zorunda kaldım.

Calgary diye Google resim arama motorunda aratırsanız karşınıza şuna benzer resimler gelecek:

Külliyen yalan... Buraya gelmeden biraz kaynağından bilgi edinme şansım olduğundan zaten böyle bir şey ile karşılaşmayacağımı biliyordum. Ama yine de bu tezat çok ilgimi çekti. 

Resim Photoshop filan değil onu belirteyim. Gerçekten böyle bir görüntü var şehirde. Ama bu görüntünün bir benzerini başka bir yerden, ya da yılın her mevzimi yakalamanız biraz zor. Bu resim bir nevi outlier yani (geldik buraya Data Mining filan ilgileniyoz gösterelim değil mi) Ankara'da sadece Atakule ve Kuğulu Park'ı alan bir resim ne kadar gerçek dokuyu yansıtırsa bu resim de anca o kadar gerçek.

Calgary aslında şöyle bir şehir:


Bu resim hem iklimi, hem şehrin genel görünümünü hem de dokusunu çok güzel özetliyor. 

Yukarıdaki ilk resimdeki uzun binaların olduğu bölge şehir merkezi. Şehir Bow Nehri'nin tatlı bir kıvrım yarattığı bir noktaya kurulmuş. Yani bu uzun binaların olduğu kısmın üç tarafı nehir. Batıdan gelen nehir şehir merkezinin başladığı yerde kuzeye doğru kıvrılıyor biraz ve şehir merkezinin kuzeyinden doğusuna doğru akmaya devam ediyor. Şehir merkezi bittikten sonra eski yoluna devam edercesine güneye kıvrılıyor tekrar. (böyle bişi)

Yukarıdaki ilk resimde görünen nehir de Bow Nehri. Resmi şehir merkezinin kuzey doğusundan güney doğu yönüne doğru bakarak çekmişler. Resimdeki nehrin sağdaki kolu aslında biraz ilerde soldaki kolla birleşiyor. Arada kalan alan park.

Fakat haritayı uydu görüntüsüne getirince de binaların gölgelerinden göreceğiniz gibi bu uzun binalardan oluşan bu bölge şehirde bir tek. Açıkcası  buraya geldikten on beş gün sonra ilk defa geçtim şehir merkezinden ve o zamana kadar gördüğüm en uzun bina üniversitede, sekiz katlı olan ve bilgisayar bölümünün bir kısmının da yer aldığı (benim de ofisimin bulunduğu) ICT binasıydı. Ama şehir merkezindeki binalar gökdelen ebatlarında. Sanırım ortalama 40 kat civarında. 

Bunun dışında yerleşim büyük bir çoğunlukla müstakil evlerden oluşuyor, ikinci resimde de görüleceği üzere. Kocaman bir bina gördüğünüz zaman - ki kocamandan kastım Armada gibi bir şey değil, ODTÜ kültür kongre boyutunda mesela - o binanın ya önemli bir iş merkezi ya okul ya da özel bir işlevi olan bir bina olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz. Bazı yerlere apartmanlar da serpiştirilmiş durumda, şehir merkezine yaklaştıkça artıyor özellikle. Ama 4-5 kattan uzun değil bunlar da.

4 Mart 2010

Nip/Tuck (2003-2010)

Nip/Tuck'ı 2005 senesinde CNBC-E sayesinde ve "Abi Christian Troy diye bir adam varmış, uçana kaçana..." replikleri ile tanıdık. Christian'ın Kimber ve Gina ile olan ilişkileri ve çocuk mevzu dizinin ilk sezonunun ana hikayesiydi ve bu hikaye başına oturdu diziyi sonuna kadar seyreden bir çok seyirci. 

Nip/Tuck bir nevi ER benzeri doktorlu diziler ile Amerikan televizyonlarının çok sevdiği ilişki ve aile dramı temalı dizilerin karışımıydı. Dizinin üç ayağı vardı. Sean ve Christian'ın birlikte yaptıkları ameliyatlar, hastalarıyla olan ilişkileri; Sean ve eşi Julia etrafında şekillenen aile içi problemler ve yaşananlar; Christian ve Julia etrafında şekillendiğini söyleyebileceğimiz Christian'ın dur durak bilmeyen seks bağımlılığı. 

Dizinin iki ana karakteri Christian ve Sean insanın aklının alamayacağı tarzda bir ilişkiye sahiptiler. Üniversiteden yakın arkadaş, ortak ve dost olmanın ötesine geçtiler Christian'ın Julia ile üniversitede yaşadığı ilişki ve sonuçları ortaya çıkınca. 

Sean mantıklı, hayatında hep iyi insan olmuş, kimseyi incitmemek için özen göstermiş, sonunda da daha çok kendi incinmemek için özen gösterir hale gelmiş bir karakterdi. Bir nevi kendi yarattığı şeylerin kölesi olmuştu. Çok güzel bir karısı ve güzel çocukları vardı ama bunlar ona hayatta bir tatmin hissinden çok bir yetersizlik hissi vermişti hep. 

Christian ise bu profilin tam tersine hayatta hep kendi referans doğrultusuna giden, kimseyi incitmek gibi bir kaygısı asla olmayan, basit düşünen ve basit oynayan bir karakterdi. İstediği anda istediği kadınla istediği yerde sevişme yeteneğine sahip olsa da bunun çok da basit bir şey olmadığı, bir nevi lanet olduğu çeşitli kereler gözümüzün içine sokuldu.

Sean ve Christian aslında aynı insanın karakterinin iki parçası gibiydiler. Birbirlerini tamamlıyorlardı. Christian her zaman Sean'a problem çıkartıyor ama ona açıkca sevgisini belli etmekten asla çekinmiyordu. Sean ise her zaman Christian olmadan daha iyi durumda olacağını savunsa da bunun doğru olmadığını ve Christian'ın kendinde çekinik olan bazı özelliklerin dışa vurulmasını sağladığını biliyordu, asla vazgeçmedi Christian'dan.

Bir çok karakter, bir çok yan hikaye, bir çok alt metin girdiyse de diziye ana hikaye bu üç insanın hikayesiydi. Yan hikayelerin hiç biri bu hikaye kadar domine etmedi diziyi ve işin doğrusu ilgimizi de çekmedi bu hikaye kadar.

Bu anlamda dizi ilk üç sezonda adeta nefessiz takip edildi. Escobar Gallardo yan hikayesi Sean hakkında çok şey söyledi bize. Gina yan hikayesi de Christian hakkında. Ava hikayesi sadece güzeller güzeli Famke Janssen'i bize göstermedi, aynı zamanda herşeye rağmen bir arada kalmaya çalışan McNamara ailesinin dağılışını tetikledi. 

Carver hikayesi belki de dizinin insancıl özelliklerinden en uzak duran hikayeydi. Ama Carver hikayesi hem heyecan yaratmasıyla, hem de Christian ve Sean'ın yaptıkları mesleğe etik yaklaşımları üzerine söylediği şeylerle Nip/Tuck'ın en ilgi çeken hikayesi oldu. "Carver kim?" sorusu nerdeyse "JR'ı kim vurdu?" kadar heyecanla soruldu. 

İlk üç sezon bu hikayeler üzerinde yükseldi ve 3. sezon finali 5.7 milyon seyirci tarafından izlendi. Dizi FX'in tarihindeki en popüler dizi oldu. 

Dördüncü sezon bu üçlü hikaye yapısının korunduğu son sezondu. Sean ve Julia yeni doğan bebekleri ve onun sakatlığı için bir araya geldiler ve bir sezona yayılan müthiş aile draması bölümleri ile aynı tadı almamıı sağladı. Fakat Jacqueline Bisset'li ve Larry Hagman'lı Michelle yan öyküsü dizinin tepe noktayı aştığının ve düşüşe geçeceğinin ilk göstergesiyi. 

Dördüncü sezon sonunda FX diziyi bitirmedi ve McNamara-Troy Los Angeles'a taşındı. Sean ile Julia resmen ayrıldılar ve Joelyn Richarson dizinin sürekli kadrosundan resmen olmasa da çıktı. Bu şekilde açılan beşinci sezon Coleen ve Eden hikayeleri ile seyircinin ilgisini canlı tutmaya çalıştı. Bu hikayeler geçici bir ilgi topladıysa da dizinin kimyası Julia'nın kız arkadaşı ile L.A.'e gelmesine rağmen bir kere bozulmuştu artık. Dizi biraz pembe dizi formatına büründü.

WGA grevinden dolayı 2 sene süren bir beşinci sezondan sonra altıncı sezon çok başarısız olan Teddy ve Sean'ın kardeşi hikayelerine rağmen Christian-Kimber hikayesinin sonunu öğrenmek için izlendi. FX diziyi 100. bölümünde bitirmeye karar verdi ve bu güne geldik. 

Dördüncü sezonda Connor McNamara, 2026 bölümü ile bitseydi belki diziyi daha iyi hatırlayacaktık. Yine de ilk üç sezonuyla televizyon tarihinde iz bırakacak Nip/Tuck. Ve tabi ameliyat müzikleriyle...

15 Şubat 2010

Eve Dönünce Koşa Koşa Yenilecek 25 Yemek

Her hangi bir sıraya koyulmamışlardır. Bir de başlıktan daha fazla bir şey ifade etmezler. Yani eve dönünce koşa koşa yenilecek olması bir yemeğin burada bulunmadığı anlamına gelmez.


1. Lahmacun (Acılı limonlu maydanozsuz)
Yenilecek Mekan: Urfalı Hacı Mehmet

2. Hellim Spesyal Pizza
Yenilecek Mekan: Pizza Hut

3. Kuzu Kokoreç (Yarım ekmek, tuz, karabiber, kırmızı biber, kekik)
Yenilecek Mekan: Atatürk Orman Çiftliği

4. Dil Paça  / Kelle Paça  / Tuzlama / İşkembe Çorba (Kırmızı biber, sarımsak, sirke ve limon)
Yenilecek Mekan: Rumeli İşkembecisi

5. Fırında Tereyağlı Alabalık
Yenilecek Mekan: N.E.T. Piknik

6. İrmik Helvası
Yenilecek Mekan: Meşhur Tavacı Recep Usta

7. Patlıcanlı Etli Dolma (Siverek işi)
Yenilecek Mekan: Babannem

8. Çiğ Köfte
Yenilecek Mekan: Emin Abi

9. Kabak Tatlısı (Tahinli)
Yenilecek Mekan: Kırçiçeği

10. Venedik Usülü İşkembe
Yenilecek Mekan: Göksu Lokantası

11. Et-Ciğer Karışık Şiş
Yenilecek Mekan: Ciğer 52 ya da İstanbul/Taksim'de adını şu anda hatırlayamadığım ciğerci


12. Baklava (Fıstıklı)
Yenilecek Mekan: Hacı Baba

13. Dürüm Tantuni (Sögüş garnitür ve cin biber ile)
Yenilecek Mekan: ODTÜ Çarşı'daki tantunici

14. Kelle (Yarım ayıklanmış)
Yenilecek Mekan: Rumeli İşkembecisi ya da Beykoz İşkembecisi

15. Hot Wings Menü
Yenilecek Mekan: Kentucky Fried Chicken

16. Adana Kebap
Yenilecek Mekan: Kırçiçeği ya da Adana Sofrası

17. Deniz Börülcesi (Zeytinyağlı meze niyetine)
Yenilecek Mekan: Ege Lokantası

18. Döner (Yarım Ekmek arası et)
Yenilecek Mekan: Hosta Piknik - Sakarya Cd. Selanik Cd. Köşesi - Öğlen 13:00-14:00 arası

19. İskender Kebap 
Yenilecek Mekan: HD İskender ya da Uludağ İskender

20. Midye Dolma
Yenilecek Mekan: Kıtır Piknik

21. Avcı Böreği
Yenilecek Mekan: ODTÜ Eymir Gölü - Kayıkhane

22. Etli Kuru Fasulye
Yenilecek Mekan: Babannem

23. Sıkma
Yenilecek Mekan: Babannem

24. Pastırmalı Humus
Yenilecek Mekan: -


25. Kestane Şekeri
Yenilecek Mekan: Kafkas

3 Şubat 2010

Lost

My name is Sayid Jarrah and I'm a torturer...

Lost
Final Sezonu
2.2.2010 - 18.5.2010 (18 bölüm)

Calgary

Bir ara yazmaya başlamam kaçınılmazdı. Başladım sonunda. Bir miktar fotoğraf ile desteklenecek hale geldiği zaman blogda yayınlamaya başlayacağım.


Things to Do in Calgary When You're Researching...

Age of Comics II

1937-1939 - Savaş ve Superman Öncesi İlk Çırpınışlar (Bölüm 1)

Mart 1937 tarihli ilk Detective Comics dergisini okumaya başladığımda macera gerçek olarak başladı aslında. Gerçek ile fantazinin tuhaf bir karışımıydı herşey tam. Fantazi dünyasının bir öğesi olan çizgi romanlar konusunda bildiğim ve hissettiğim şeylerin ne kadarı gerçek, ne kadarı fantazi ve daha önemlisi ne kadarı benim fantazim, bunu görecektim.

1937 iddialı bir tarihti. 75 yıl öncesi nerdeyse. Okuduğum şeyleri "Abi grafikler çok güzel" diye yorumlama huyum zaten olmadığından ilk olarak bir wikipedia araştırmasına giriştim. 1937 de ne oluyor diye.

Bu araştırmada modern çizgi romanın doğuşuyla ilgili olarak önemli gördüğüm şeylere önceki yazıda değinmiştim biraz. Bunların bazıları bu yeni çizgi roman akımının niçin doğduğu sorusuna cevap veriyor, bazısı ise bu yeni çizgi romanların yapısal özelliklerine nasıl kavuştuklarını söylüyor bize.

İlk elime aldığım sayının havası aslında bir çok şey söylüyordu araştırma yapmama gerek kalmadan. En başta format günümüz çizgi roman okuyucuları için yabancı olan bir formattı. Tek bir karakter ile ilgili öykü ya da öyküler yerine bir kolajdı formatı bu çizgi romanın. Detective Comics #1 hepsi ilk defa çizilen on adet karakteri içeriyordu. Hikayelerin hepsi 4-8 sayfa arasındaydı ve 72 sayfalık kalın sayılabilecek bir toplama ulaşıyorlardı.

İlginçtir ki Türk okuyucu bu formata tamamen de yabancı değil. 80'lerdeki çizgi roman maceramda bu formattaki çizgi romanlar da elimden geçmişti. Bu tip çizgi romanların ilk bölümünü bir ana karakter (Temel Reis mesela) kapsardı, geri kalan kısımlar başka karakterlerin maceraları, bulmacalar, tek sayfalık gazete bandı formatlı (comic strip) materyal ile doldurulmuştu.

Detective Comics #1'in bu formattan tek farkı tek sayfalık bantlar ve bulmacalar içermemesiydi. İşin ilginci DC'nin o zaman halihazırda çıkartmakta olduğu diğer dergi tam da bu formata uyuyordu. Tek sayfalık bantlar ve bulmacalar genelde eğlencelik maceralara eşlik ediyordu New Adventure Comics'de.

Tabi daha da geriye gitmek, herşeyin kökeninde tamamen bu eğlencelik maceraların ve tek sayfalık bantların yer aldığını görmek Detective Comics'in niçin farklı olduğunu anlamamızı sağlıyor. Bu farklılığın sebeplerinden biri de Detective Comics'in adından da anlaşılacağı gibi dedektiflik hikayelerinden oluşması. Yani çok da eğlencelik, kolay sindirilebilen hikayeler değil Detective Comics'in içerdiği hikayelerden en azından bazıları. Karanlık tonlar günümüzdeki gibi postmodern bir anlamda olmasa da tamamen doğallıkla kullanılıyor.

Hikayelerin çoğunun tek bir teması var. Bir dedektif (genelde ayrıntı verilmiyor dedektimizin polis mi, özel detektif mi yoksa meraklı mı olduğu konusunda) kötü işler yapan bir ya da bir grup insana karşı müdadele veriyor, bazen zor duruma düşebiliyor ama sonuçta bileğinin (Slam Bradley), zekasının (Cosmo), ya da sezgilerinin (Bruce Nelson) yardımıyla olayı çözüyor, kötüleri yakalıyor, mutlu sona ulaşılıyor.

Bu motif aslında 30'ların Amerika'sı için şaşırtıcı bir motif değil daha önce yazdığım gibi. İçki yasağı döneminde suç örgütleri inanılmaz bir yükselişe geçiyorlar Amerika'da. Sadece New York'da kaçak olarak içki satan 100,000 kadar işletme olduğu tahmin ediliyor. Böyle bir resimde suç örgütlerinin toplumun tümünü etkilemesi de kaçınılmaz. Polis suç örgütlerine tolerans gösterdiği için gözden düşüyor. İnsanların adalet özlemi artıyor.

Bir taraftan da büyük buhran döneminin etkileri var. 20'lerdeki içki yasağının güçlendirdiği suç örgütlerinin durumu, 30'ların başındaki büyük buhran ile ekonomik olarak büyük yara alan Amerikan toplumu ile tam bir tezat oluşturuyor. İnsanlar bir yandan ekonomik sebeplerden dolayı suç örgütlerine öykünürken bir yandan da adalet duyguları da suçluların yakalanması gerektiğini insanlara söyleyüyor.

Detective Comics' de rastgelinen diğer motifler Çin mahallesi menşeli suç örgütleri, gece hayatı, dedektiflerin polis tarafından da hep el üstünde tutulmaları, dedektiflerin ünlerinin yayılması, kadınların güçlü erkeklerden etkilenmesi kökenlerini çok da araştırmaya gerek olmayan fenomenler.

Detective Comics, yeni kurulmuş DC'nin tek ciddi yayını olarak bir seneden fazla devam ediyor. Dedektif hikayeleri yer almaya devam ediyor dergide. Derginin başarısı 1939 Haziran ayında Action Comics dergisinin de yayına geçmesine yol açıyor ve çok şeyleri değiştiriyor.

Detective Comics'in bu ay (Şubat 2010) 860. sayısı çıktı. Günümüzde hala yayında olan en eski mainstream çizgi roman. Bir çok değişimden geçti. Formatı sayısız kere değişti. Dedektif hikayeleri unutulalı beri o kadar çok oldu ki zaten. Yine de saygı olarak isim devam ediyor.

Yine de ilginçtir ki Detective Comics daha çok "Altın çağa giden yolu açan" dergi olarak nitelendiriliyor. Altın Çağ ise Action Comics ile başlatılıyor. Tabi bunda kırmızı pelerinli bir adamın büyük payı var.