21 Aralık 2011

Shuffle VI


VI.

Türk Hava Yollarının bankosunun hemen yanındaki ufak dükkanın kapısına doğru yanaştığında Belle ve Sebastian (iki kişiler miydi acaba?) "Get me away from here I'm dying" dedi içten bir şekilde. Güldü içinden. "Bu şarkıyı her anını hissederek dinlediğim zamanları saysam ooooo" dedi içinden. Dükkanın içerisine baktı ve aradığı şeyi ilk bakışta gördü.

D. ile arada yaptıkları telefon konuşmaları geldi aklına. Birini iyi tanımak, birine güvenmek, birine önem vermek gibi bir çok şey vardı bağlarını güçlü kılan onunla. Uzaktaydılar ama. Böylesi daha iyiydi biliyordu, yine de uzaktaydılar. Telefonda konuştukları zaman zaman tek bir şeyin önemi olurdu: İyi olup olmadığı. Onun. Ve D.'nin.

Nasılsın sorusuna verilen resmi cevaptı bu. "İyiyim". "Kötüyüm" diyebilmek cesaret isterdi hep. Önce kötü olduğunu kabul etmek, sonra da niçin kötü olduğunu açıklamak. "Kötü" olan kimsenin buna enerjisi çoğunlukla olmazdı bile. Etrafta bu kadar hayatından memnun olmayan ve mutsuz insan varken hala bir tabuydu sanki insanın hayatında yolunda gitmeyen şeylerle yüzleşmesi ve bunları ifade etmesi.

Her şeyi değiştiriyordu insanın iyi olup olmadığı. Para, aşk ya da seks mutluluk getirir mi diye kafa yoruyordu insanlar ama aslında insanın iyi, mutlu olması tüm bunlarla orthogonaldi. Aradaki ilişki iyi ve mutlu olmanın hayattan ne beklediğinizle ilgili olması üzerinden işliyordu sadece. Dünyevi şeyler insanın hayatta beklentilerinin karşılanıp karşılanmadığını çeşitli şekillerde belirliyordu ve bu da iyi olup olmadığını belirliyordu. Para mutluluk getirmezdi ama para ile mutlu olacağın şeyler yapabilirdin. Sorunlar değişmiyordu, zorluk değişmiyordu, hayat zordu gerçekten. Ve insanın en yakınındakilerle ilişkisini bile bu kavramlar şekillendiriyordu bazen.

Tabi herşey bu kadar düz mantık değildi. Ortalama bir insana göre biraz karmaşık olduğunu kabullenmişti yıllar önce. Ortalama insan da çok basit ve tutarlı bir varlık sayılmazdı zaten. Asıl sorun insanın hayattan ne istediğinin multi-objective olmasıydı. Bu noktada da tutarsızlıklar su üstüne çıkıyordu.

Nugat kutularını inceledi ve ne kadar alsam diye düşündü. Aklına bir sürü insan geliyordu. Amcası, ofis, bölüm, T. "Napacan T.'ye alıp, o sana ne getirdi ki gittiği beş milyon yerden" diye geçirdi bi aklından. Ofis insanlarının yüzünü güldürmek içindi bu alışveriş zaten aslında. Üç kutu almaya karar verdi. "Bir şekilde pay edilir herkese" dedi. Daha fazlasına parası da yeri de yoktu zaten.

Kulaklıklarını bir an çıkardı, nugatları bir spor toto bayii gibi görünen dükkanın tezgahındaki sakız şekerleme abur cubur denizinin üstüne bıraktı. Kredi kartıyla ödedi. Adam bir şey söylemedi. Adama dik dik baktı, tamam mı diye işi. Sonra "nezaket yapmaya gerek yok madem adam suratını asıyor" dedi, dükkandan çıktı.

Check-in kuyruğu uzamış, nerdeyse dükkana yaklaşmıştı. Dükkanın kapısının biraz ilerisinde bavulunu açtı. Nugatları bavula koydu. Sırtında taşımaya niyeti yoktu üç kutuyu. Bavulu zorlanmadan kapattı. "Bu işi de hallettik iyi" dedi içinden. Kuyruğa doğru ilerledi ve sonunda durdu. Tekrar kulaklıklarını taktı.

Ne çok olmuştu bu şarkıdaki gibi hissettiği. Melankoli içine kaydı birazcık. Bu üzücü bir his değil, unutulan bir şeyin hatırlanması gibiydi.

Bir sene öncesini düşündü. Hayatındaki problemlerin, saçmalıkların, üzüntülerin ortasında bir ada gibiydi bir önceki senenin ağustosu. Ama genel tablo karanlıktı öncesine ve sonrasına bakınca. İnsanın hayatına giren her şey farklı hisler ve ruh halleri getiriyordu yanında. Herkesin hayatında böyle zamanlar olduğunu biliyordu. Daha kötülerini de görmüştü.

Klinik psikolojiye inansa depresyonun derecesi üzerinden açıklamaya çalışacaktı bir sene önceki ruh halini. Ama inanmıyordu insanın klasik bir formül ile hayata bağlanabileceğine ya da hayattan uzaklaşabileceğine. Hayatın problemlerini her şeye rağmen çözmek ona hile yapmak gibi geliyordu. İnsanın fonksyonalitesini devam ettirmesi için ne gerekiyorsa yapmaktı depresyon ile her şeyi açıklamaya çalışmak.

Biliyordu çünkü çok daha kötülerini atlatmıştı. Tedavi olmayı seçmemişti hiç bir zaman ama. Gerçekten iyileşmeye çalışmak ile tedavi arasında her zaman bir fark olduğunu düşünmüştü. Ve hayat her zaman yardımcı olmuştu iyileşmek isteyenlere.

Değer miydi diye geçirdi aklından. Değmezdi herhalde. Ama hayatta neyin değerinin ne kadar olacağını da insanlar belirliyordu. Evren de belki serbest piyasa çalışıyordu gerçekten. O yüzden değip değmeyeceğinin onun gözünde pek önemi yoktu. Sevdiği ve istediği şeylerin peşinden gitmişti. Elinden geldiğince doğrusunu yapmaya çalışmıştı. Sonucun iyi olacağının garantisini de kimse vermemişti.

Son ayları düşündü. İlerleyebilmişti. Hayat sürekli ilerliyordu. Bu belki bir yere tutunmamanın bahanesiydi. Ama olan bitenleri yaşanılır kılıyordu. Ve etrafındaki insanlar sayesinde ilerlerken yalnız olmamıştı. Kaçmanın çoğunlukla bir faydası yoktu. Çünkü kaçınca hem problemden hem de hayatındaki güzel şeylerden kaçıyordu insan.

Kuyruk yavaş ilerliyordu. Önünde ailesi biraz ilerde bekleyen kumral kısa boylu bir kız vardı. Uzun süre birbirlerini görmeyecekler gibi üzgünlerdi. Arkasında da iki uzun boylu adam sayamayacağı kadar çok bavulla bekliyorlardı. Hepsi onların mı diye düşündü.

Ankara'ya bir an önce dönmek istiyordu. Yine kaçması gerekirdi belki. Ama onu gülümseten insanlar bulmuştu ve hayatta kalabilmeyi, her şeyi geride bırakabilmeyi başarmıştı. Nugatları birlikte yemek için sabırsızlanıyordu.


19 Aralık 2011

Simon & Kirby

1936 yılında genç bir yahudi New York'a giderek çizim ve karikatür işleri yapmaya başladı. Paramount için ufak çizimler yapıyordu. Daha önce karikatürler çizmişti. Çizgi roman işi yeni yeni başlıyordu. 1940 yılında ilk çizgi romanını, yedi sayfalık bir westerni çizmesi için bir sipariş aldı, artık çizgi roman işine girmişti.

Bundan bir hafta sonra Timely Comics isminde bir şirketin sahibinden bir süper kahraman çizgi romanı için sipariş aldı. Fiery Mask oldu bu kahramanın adı. Bu şirket için bir iki ufak iş daha yaptı.

Burada Jack isminde kendisi gibi genç bir çizerle tanıştı. Jack onun takım elbisesinden etkilenmişti. Takım elbise giyen bir çizer daha önce hiç görmediğini söyledi. Kısa süre sonra birlikte çalışmaya başladılar. Aynı stüdyoyu iş için kullanıyorlardı. Timely Comics'de tam zamanlı çalışmaya başlarlar.

Kısa süre sonra yeni kahramanlar yaratmaya girişirler. İlk kahramanları çizgi romanın altın çağının en çok akılda kalan kahramanlarından biri olur. Savaş atmosferinde ülkenin ihtiyacı olan süper asker mitosu bu kahramanda vücut bulur. Çok sevilir. Timely Comics'in üç büyük karakterinden biri olur. Yaklaşık 20 yıl sonra Silver Age döneminde de tekrar geri döner ve günümüze kadar yaşamaya devam eder.

İki çizer kafadar daha sonra birlikte çalışmaya devam ettiler. Aynı sokakta karşılıklı birer ev aldılar, aile dostu oldular. Ellilerde çizgi romanın gözden düşmeye başladığı döneme kadar bu ortak çalışma sürdü. Daha sonra Jack çizgi roman sektöründe çalışmaya devam etti. Ama Joe reklamcılık ve ticari çizimlere kaydı.

Zaman zaman geri döndü çizgi roman dünyasına. Jack ile ortak bir iki ufak iş bile yaptılar. Ama çoğunlukla bu dünyanın dışında kaldı. Son yıllarında kovansyonlara katılıyordu, resimler yapıyordu. Hala aktifti.

14 Aralık 2011'de aramızdan ayrıldı. Arkasında onu hatırlayan bir çok çizgi roman sever bıraktı. İlk çalıştığı şirket artık dünyanın en büyük çizgi roman yayınlayıcısı oldu, bunun ötesinde filmlerden video oyunlarına, oyuncaklardan masaüstü oyunlarına kadar milyar dolarlık bir franchise haline geldi. Joe ve Jack'in 60 yıl önce yarattıkları kahraman da bu şirketin iki binlerin sonu ve iki bin onların başına yayacağı seri filmlerinin bu yaz ki ayağıydı.

Onu Simon & Kirby'nin Simon'ı olarak hatırlayacağız ama hep hatırlayacağız.


Joe Simon

1913 - 2011

8 Kasım 2011

22 Yüksek Kontrastlı Renk

Mühendis, üstüne de bilgisayarcıysanız estetikle çok aranız olmayacaktır doğal olarak. Basit bir renk seçimi için bile RGB uzayını düşünüp bu uzayı nasıl rastgele parçalara ayırabileceğinizi ve renkler elde edebileceğinizi düşünürsünüz.

Neyse ki Kenneth Kelly bizim için güzel renkler seçmiş ve sıralamış. Her hangi bir ihtiyaç için birbirinden farklı karşıt renklere ihtiyacınız varsa aşağıdaki tablodan seçebilirsiniz renklerini. Tablodaki renklerin sırası da  (satır satır ve soldan sağa doğru sıralanmış düşünün) seçimi en başarılı yapmanızı sağlayacak şekilde optimize edilmiş. Mesela 5 renge ihtiyacınız varsa "beyaz","siyah","sarı","mor" ve "turuncu" sırasıyla seçmeniz gerekiyor.

Tabi tek eksik boyut, arka alanla her zaman uyumlu olmayabilir bu renkler. Beyaz arka alan olarak kullanılırsa renkleri biraz açmak daha iyi sonuç veriyor. Ama karşıtlıklar çok başarılı dizilmiş, ne karışıyor renkler birbirine, ne de arada çırtlak renkler çıkıyor.

2 Kasım 2011

Shuffle V


V.

Bellerinde makinalı tüfek asılı havaalanı güvenliğinin yanından geçti. Havaalanının ana girişine gelmişti. Türkiye'den alışık olduğu girişten başlayan kontroller zinciri yoktu ortada. Terminalin sonuna kadar gidip dönmeye karar verdi.

Bu da tesadüf müydü acaba, yoksa evren bir şey mi söylemeye çalışıyordu ona. "Aşk tesadüfleri sever de mallığı ve bipolarlığı sevmez" dedi içinden. Filmden çıktıktan sonra da ilk tweet'iydi bu. Okur diye düşünmüş müydü B. acaba? Emin olamadı.

Bu filmin ilişkilerinin sonunda bu kadar belirleyici olmasının sebebi herhalde yaptığı aşk tanımıydı. Aşk bir tesadüftü. Ama ortada bir ton "tesadüfler sonucu aşık olan çift" filmi varken bir tane bile "tesadüfler sonucu ilişkilerini yürüten çift" filmi yoktu. Kaos her şeyi alaşağı etmekte becerikliydi.

B. ile her şeyin ne zaman yıkılmaya başladığını bilemiyordu. Tek bildiği bir gün adının ilk defa bir konuşmada geçtiği, zaman geçip başka bir gün birbirlerinin kollarındayken yine zaman geçmiş ve bir gün yabancı gibi olmuşlardı. İki insanın birbirini sevmesi için sebep çoğu zaman olmuyordu, tesadüfler ise gerekliydi. İki insanın bir birini kaybetmesinin sebebi ise her zaman çoktu, tesadüfler de bunu engelleyemiyordu.

Terminalin sonuna yaklaşmıştı. Yanından geçen esmer, tüm havayolları personelinin hostesinden kaptan pilotuna kadar giydiği o yapay ve gösterişli kıyafetlerden birini giymiş güzel bir kadın yanından geçerken ona bir şeyler söyledi. Kulaklığı çıkarttı duyabilmek için ve "Pardon" dedi. Kadın söylediği şeyi tekrarladı ama bu sefer de duymasına rağmen anlamadı. Boş gözlerle baktı. "Cezayir?" diye tekrarladı kadın. "Cezayir'e mi uçacaksınız?"."Nereden çıkardın ki?" bakışını atıp "Yo, hayır" dedi. Kadın bir şey söylemeden aksi yönde devam etti. Terminalin sonuna doğru biraz daha yürüyünce kadının sorusunun sebebini anladı. Terminalin sonunda ufak bir açık alan vardı ve orada sadece "Air Algeria" bankosu bulunmaktaydı.

Bir iki adım daha attı, adımlarını yavaşlattı, geri döndü. Terminalin girdiği başına doğru yürümeye başladı. Belki de kadının sorduğu sorudan dolayı etraftaki insanları biraz daha iyi inceliyordu bu turda.

Tesadüfleri düşündü B. ile hikayelerindeki. İlk anda aklına hiç gelmedi. Bir an durdu. Şaşırdı böyle hissetmesine. Onunla bir çok şeye tesadüfler yön vermişti. Ama aklına gelmemişlerdi ilk anda. Çünkü tesadüflere inanmıyordu. Özellikle yıkıcı olanlara. Anlaşılamayan yalan, yakalanamayan ihanet olduğuna da inanmadığı gibi. Olaylar sadece insanların bulundukları durumun etkilerini belirginleştirirdi. Tesadüflerden dolayı bir şey kurulmazdı da yıkılmazdı da.

Çöken bir aşkın ardından küçük güzel tesadüflere bakmıyor insan diye düşündü. Yıkıcı tesadüfler ise önünde büyüyordu neredeyse. Edilen her kavganın öncesindeki ufak mesele insanın aklına takılıyordu. Ya da o gün öyle değil böyle yapsam ne olurdu diye düşünüyordu. Ama çok uzun zaman önce öğrenmişti ki olaylar ilişkileri bitirmezdi, biten ilişkilerin kanaması üzücü şeyler olurdu.

Açık olmazdı ona B. biten bir ilişkinin içerisinde. Bunu çok önceden biliyordu. Farklı oldukları yerlerden biriydi bu. O her yerden aynı berraklıkla görünmeyi isterdi hep. B. ise nasıl göründüğüne bakmazdı, o an kafasında ne olduğu önemliydi onun için. Başkalarının fikirleri yargıları değildi burada belirleyici olan. Hayat ile olan ilişkileriydi. B. hayattan almaya çalışırdı hayatın ona verdiklerini. O ise hayatta söyleyecek bir sözü, gösterecek bir tavrı olması için uğraşıp dururdu. Onun hayatla ilişkisi daha simetrikti.

Bu yüzden son ana kadar çarpmamayı umacaktı B. ile. Duvara çarpıp hava yastıkları açıldıktan sonra da arabadan çıkıp uzaklaşmak kalacaktı ona. Arabadan inip uzaklaşan adamın düşüneceği şeyler de çarpmadan önce her şeyin ne kadar düzgün gittiğiydi tabi ki. Bu yüzden tesadüfler bu kadar altı çizili olmuştu onun için.

O filme giderken de B. ile olan tesadüflerinin hepsini tekrar yaşayacağını biliyordu. Ya kaybedilmişlikler öne çıkacaktı bu tesadüflerde, ya da artık varolmadıkları. Ya isyan edecekti duruma, ya kabullenecekti. O da ikincisini yapmıştı, seçerek ya da içgüdüsel olarak.

Aklı Murathan'a gitti. Gençken Ankara'da gittiği pastahaneleri, otel terasında yan odadaki komşuyu ve birbirine geç ya da erken kalmış sevgilileri yazmıştı yıllarca. Artık onunla bir bağ kurduğuna bile inanıyordu bir dönem. Anlıyordu Murathan'ın yazdıklarını, anlatmaya çalıştığı gibi. Bu anlayış "Aaaa evet" şeklinde kendi özüyle Murathan'ın özünün buluşması şeklinde bir anlayış değildi, aydınlanma içeren bir anlayıştı.

Ve Murathan'ın da tesadüfler konusunda aynı şeyi düşündüğünü geçirdi aklından. Yazdığı her kelime okuduğu onca şeyden etkilenmişti hep, ama çoğunlukla Murathan gibi yazmaya çalışmıştı. Çünkü Murathan durup da gördüğü şeyleri anlatmazdı. Yolculukları anlatırdı, gündüzün geceye dönmesini anlatırdı, başlangıçları ve bitişleri anlatırdı. Tesadüfler de tek başlarına bakıp da güzelliklerinin tadı çıkartılacak şeyler değildi. Simgelerdi. Hayatları tahmin edilemez şekilde değiştirirlerdi, ya da değiştirmezlerdi. Değiştirmemeleri  sinemanın ve hayallerin uzmanlık alanıydı. Değiştirmeleri gerçek hayatın.

Terminalin orta kısmına yaklaşmıştı tekrar. Çoğunluğun Asya-Afrika coğrafyasına ait bir görünümü vardı terminalde. Belki terminale özel bir durumdu, belki bayram öncesi olmasına, belki Fransa'ya. Güvenlik görevlilerinin tekrar yanından geçti. Türk Hava Yolları bankosu uzaktan göründü. Banko hala aynı durumdaydı. Ama bir iki görevli bankonun yanına gelmişlerdi, herhalde birazdan check-in başlayacaktı.

Filmi düşünmeye devam etti. Tesadüf aşkın hep iyi yönleriyle anılıyordu. O iyi yönlere sahip olmadığını derinlemesine hissetmişti filmi seyredince. Biliyordu, anlıyordu bunu.

Bir aşkın güzel tesadüflerini düşünmüştü o gece. Özlediğini farketmişti birini tanımayı, hep özlerdi insan zaten, o daha fazla özlerdi belki. Bazen hayatında kimseyi istemediğini, sadece birine ilk defa dokunmayı, ilk defa biriyle gülmeyi arzuladığını düşünürdü. T.'de de bunları mı aramıştı sadece acaba. Niye filmi seyrederken onu o kadar düşündüğünü anlayamıyordu.

Bazen kabul etmek zor geliyordu zayıf olduğunu ve basit şeylerin peşinden gittiğini. Bu yüzden karmaşıklaştırıyordu belki. Birini sevip de kırılmaktan korktuğu için mi sevmemiş gibi yapıyordu, ya da gerçekten sevmediğinden miydi bu. Kendi bile bilemiyordu bunun cevabını.

Ama sevmek "seçilmiş kişi" olmak gibi bir şeydi. Kimse sana "seçilmiş kişi" olduğunu söyleyemezdi, sadece bilirdi. Sebeplerle uğraşmak boşunaydı.

Böyle düşününce tesadüflerin bir anlamı oluyordu belki. O atıp atmamaya emin olduğun adımı senin için atıyorlardı. B.'nin bilmediği o yolda onu takip ettiği o güne gitti aklı. Ana yola çıkacaklardı birlikte ama sonra evine sapınca B. de aynı yöne dönmüştü. Durup arabadan inip yanına gitmişti, "Hayırdır, bana mı geliyorsun" demişti. Arabadan inmeyip gülümsemişti içtikleri şarabın da etkisiyle. Onu ilk defa öpmek istemişti orada. Öpmesi tesadüf olmazdı herhalde, ama öpmemesi tesadüf sayılabilirdi, üç gün sonra başka biriyle nasıl olacaktı B. aksi halde.

Tesadüfler farklı kılmıştı bunu ve diğer her olayı. Buradan hatırladığı da B.'nin ona şirin şirin gülümseyip de sonra sanki sanki iş ve eğlenceyi ayırır gibi hayatında başka birine bir yer açması değil o kavşakta öyle saçmasapan durmalarıydı.

Hayat küçük şeylerden oluşuyordu. Bir insanı tanımak da küçük şeyleri onunla yaşamaktı zaten. Bu yüzden tesadüfler iz bırakıyordu. Bu yüzden filmi seyredince o tesadüflerden, birlikte yaşanan küçük şeylerden çok uzak hissetmişti. Her yeri B. ile doluyken bile B. artık yoktu. Bu yüzden belki T.'yi düşünmüştü o kadar. "Hayaller ve filmler.." dedi alçak sesle kendi kendine.

Bir an üzüldü. Çünkü B.'nin bu konuda ne düşüneceğini bilmiyordu, bilemeyecekti de. Farklı oldukları şeyleri duyumsamak onu hep üzüyordu.

Check-in kuyruğuna girip girmemeyi düşündü. Yavaş yavaş kuyruğa girse iyi olacaktı. Ama önce yapması gereken bir şey vardı.

18 Ekim 2011

Shuffle IV


IV.

Terminalin girişine yaklaşmıştı. "Yok artık" dedi bir sonraki şarkı da "Nereye Böyle" deyince. Ama Nazan Öncel'in sesinin verdiği anlam çok farklıydı bu şarkıya. Şebnem Ferah'ın şarkılarının ajitasyona kaçtığını düşünmüştü iki dakika önce, Nazan Öncel tam tersi bir ekolden geliyordu ama, "Depresyondayım" diyerek insana iyi hissettiren Göksel gibi... İnsan bu acıklı şarkıda bile ağlayıp kapanmak yerine daha kabullenir bir ruh haline bürünüyordu.

Bir an daha çok mu ağlasa bilemedi, ama hafifledi gözyaşları, sildi elleriyle gözlerini terminal binasının kapısından girerken. Dikkatli bakan biri üzgün yüzünü ve yaşları farkedecekti. Ama neyse ki güvenlik üzgün insanların değil tehlikeli insanların peşindeydi, belki de üzgün insanları daha çok üzmemek için. Yolcular ve terminaldeki diğer insanlar ise bilinçsiz bir kolektif oluşturmuş gibiydiler. Dikkatlerini ancak uçakların rötar yapması çekebilirdi.

"Bu halim tam da o gittiğindeki halim" diye düşündü bir an. Bu düşünceyle birlikte kendini daha güçlü hissetti. O gittiğinde de güçlü durabilmişti. Seyrekleşmiş, kuruyacak yaşlar dolmuştu gözlerine ama iyi olacağını biliyor gibi bir huzur vardı içinde bir yandan da. Güçlü hissetmişti, bu güç mü bilemese de.

Bu güçlülük hissini yıllardır hissediyordu. Bir yerden sonra kokmaya başlamıştı bu kadar güçlü olmaktan hatta. Güçsüz olduğu zamanların bir ürünüydü bu. Doğal seleksiyon, hayatta kalma dürtüsü, savunma mekanizması ya da ne derseniz diyin. Hayatında bir noktada durum ne olursa olsun hayatta kalmayı öğrenmişti.

B. ile ilk ayrılıklarında "Peki ne yapacaksın bensiz" diye sorduğunda da bu cevabı vermişti. "Her zaman ne yapacaksam onu. Hayatta kalacağım" Öyle de yapmıştı. Sonra ne olmuştu peki? Bir yerde bir yanlış mı yapmıştı acaba. Yoksa hiç bir yanlış yok muydu, tüm bunlar karmaşık ve yoğun bir dengenin parçaları mıydı.

Biliyordu ki mutlu değildi o hayatında olmadığı için. Hayatta kalabilirdi onsuz. Devam edip, bağları inceltip hayatının kuytu bir tarafında bırakabilirdi onu. Ama öyle yapmamıştı. Geri dönmüştü. "Geri dönüşlerden iyi bir şey çıkmayacağını bilip de inkar edeceği" gerçeğini bile bile hem de.

Üzüldü bir an. Kurumuştu gözyaşları iyice. Bu zaten göz yaşlarına boğacak bir üzüntü değildi. Bu hayatın işleyişiyle ilgili bir üzüntüydü. Bu tip üzüntülerin en kötü yanı kabullenilmesi gereken üzüntüler olmalarıydı. Ta gözünü açtığından beri orada olan ve bildiği bir gerçek hayatında deprem yaratsa bile, bu üzüntünün isyan edilecek bir boyutu olamazdı.

B.'ye geri dönmesinin sebebi onu önemsemesiydi. Bu düşünce ilk defa Lyon havalanının terminal binasında ilerlerken o an geldi aklına. Tuhaftı bunu onca zaman düşünmemesi. Yani düşünmüştü tabi onu önemsediğini. Ona geri döndüğü de bilimsel bir veriydi. Ama bu ilişkiyi kafasında kuramamıştı. Ayrıldıktan sonra onunla ilk konuştuğu gün geldi aklına. Daha doğrusu konuşmaya çalışıp da yazdıkları gitmeyince canının sıkıldığıyla kaldığı gün. Onun hayatında yapmaması gereken şeyler yaptığını, olmaması gereken bir insanla olduğunu ve üstte ne kadar iyi olursa olsun iyi olmadığını anladığı günden kaç hafta sonra onunla konuşmaya teşebbüs etmişti hatırlayamadı.

Uzaklaştı beyni o zamandan. O zaman bir seçim yapmıştı ve bu his onu B. tamamen gittiği zaman da yalnız bırakmayacak bir şeyin önünü açmıştı: Gerçekten birbirlerinin olmuşlardı.

Güçlü olmanın ilk adımını hatırladı. Bir kişisel gelişim sloganı ya da insanın düşüncelerini odaklamasını sağlayan bir oyun değildi bu. "Güçlü olmanın ilk adımı hislerine güvenmektir" dedi içinden. İnsan hislerine güvendiği, kendi ve etrafındakilere objektif bakabildiği ve kendini ezdirmediği sürece muhteşem şeyler yapabilecek, her şeyin üstesinden gelebilecek bir yaratıktı.

Türk Hava Yolları bilet satış bankosunu gördü sağ tarafta. Terminalin yaklaşık ortasına gelmişti. Bankonun tam karşısındaki check'in bankosunun önünde bekleyen bir kalabalık vardı. Türke benzeyenler de vardı aralarında, Doğu Asya kökenli olduğunu tahmin ettiği kişiler de. Bankoda kimse yoktu, tabela da boştu, yürümeye devam etti yavaş adımlarla.

B.'nin gidişi B.'nin değil onun başlattığı bir reaksiyon olmuştu. Çünkü iki şeyin farkına varmıştı.

Biri hayatında artık B.'ye de R.'ye de yer kalmadığıydı. Böyle ifade edince kendini çok aşağı bir yaşam formu gibi hissediyordu. Başka insanların hayatlarında bu kadar kadın problemi olduğu için kendileriyle gurur duyacakları bu durumda utanıp sıkılıyordu. Çünkü bu Güzin Abla köşesine layık bir kadın problemi değildi aslında. Hayatında herkesten önemli bir insandı R., böyle tanımlamıştı onu hep. B. gerçekten sevdiği, gelecek planı yaptığı bir insandı. İkisinin tek ortak yanı ama kendi olmasına asla izin vermemeleriydi.

Çok ağladığı ve sarhoş olduğu bir koş akşamı gece yarısına doğru soğuktan titreyerek arabasına bindiğinde bunu kabullenmişti. Tam anını bile hatırlıyordu. Ne olmuşsa olmuştu, ama bir yerde insanın en çok sevdikleriyle bile vedalaşması gerekmekteydi. İyi olmasının tek yolu buydu.

B. ile ilgili ikinci farkettiği şey ise artık onun "kısa listesinde" olduğuydu. Kendi için doğrusunun ne olduğunu farkettikten sonra da onu görmeye devam etmişti. Ama bir gün artık o büyülü şeyin içinde olmadıklarını, sadece onun etrafındaki erkeklerden biri olduğunu anlamıştı. O gün hayatını değiştirmişti ve bir daha geri dönmemişti.

Ne kadar sevdiğinden, ne kadar özlediğinden bağımsız olarak verdiği karar ile ilgili çok iyi hissettiği anlardan biriydi o. Daha çok bitmemiş şey vardı belki gerçekten. Bilemezdi değişik senaryoların nasıl sonuçlanacağını da. Ama üzülse bile onun gidişine ayakta durarak üzülmüştü sadece. Dürtülerine, kendi zayıflığına kurban olmamıştı. Bir hata yapmış olsa bile bitirerek her şeyi, kaçıncı olduğunu hatırlamadığı kere tekrar bir şeyler başlatmaya çalışarak ne kendini ne de onu küçültmüştü.

Ardından yine de "Nereye..." diyesi geliyordu. Hiç bir şey buna engel olamazdı.

5 Ekim 2011

Shuffle III


III.

Havaalanının tren istasyonu kısmına girdi. Şarkı arasındaki sessizlikte bir an durdu ve etrafına bakındı. İçerisi çok sıcaktı. İçeride de tren bekleyen gençler kocaman çantalarını duvara dayayıp yanlarına yerlere oturmuşlardı. Havaalanı terminallerine geçişin bulunduğu üst kata çıkmak için yürüyen merdivene yöneldi. Merdivene çıktı, bavulu sabitledi. Çalmaya başlayan şarkının ne olduğuna baktı ve bir anda sessizce gözyaşlarına boğuldu.

Hayat hep ileri doğru akıyordu, en temel aksiyomdu bu yaşamla ilgili. Düzenden kaosa doğru gidiyorduk her zaman aslında. İnsan ve evren birbirine tamamen zıt iki varlıktı nerdeyse. İnsan düzen için, başa çıkabileceği, anlayabileceği, değiştirebileceği, kendini tatmin edecek bir dünya kurabilmek için çalışıyordu. Toplumsal normlar ya da insanın içindeki idealler, ne derseniz diyin toplum daha iyiye doğru gidiyordu bazen yavaş bazen hızlı. Ama direniyordu evren bu değişikliğe. Kaos da tam buydu; her sistemin kendine yapılan dışarıdan müdahaleyi reddetmesi. Evrenin düzenle bir derdi yoktu, ama düzen yapaydı. Günler sonra Lyon havaalanında ağlamaya başladığı o anı düşündüğünde tüm bunları Jurassic Park'a bile bağlayacaktı. Ama o anda düşündüğü hayatın genel düzeninden çok ileri giderken kaybedilenler ve korunanlardı.

B. hayatının bir safhasıydı. Masal gibi değil, yumruk gibiydi onunla her şey. Tüm mücadele, tüm yenilgiler, tüm başlangıçlar ve tüm bitişler. Onu özel yapan şey de bu gerçeklik olmuştu. O varken hayatında tüm o mücadele anlamlıydı, bir düzen içindi çünkü. İstediği şey bu muydu onu çok sorgulamıştı zamanında, şimdi de net bir fikri yoktu o konuda. Ama bu kelimeler o ayları anlatan doğru kelimelerdi.

Ama kaosa doğru gitmişti her şey. Tamir edilen her yaranın daha büyükleri açılmıştı aralarında. Bir gün ona " 'Aşk Tesadüfleri Sever' seyret mutlaka. Ama birlikte seyretmeyelim, çok ağlarız" demişti. Bu son sözleri olmasa da onunla ilgili belleğinde kalan son anı olmuştu. Adeta düzenin bozulduğunu kabul ettikleri, kaosun başladığı o anı simgelemişti film ve laf.

Tıpkı bir ölüden kalan bir hatırayı yanında taşımak gibi bu sözleri de beyninde taşımıştı haftalarca. Bir türlü kendinde o gücü bulup da filme gidememişti. Korktuğu kaos değildi artık. Ama gücünü kaybetmekten korkuyordu. İlk defa ışıkları kapatıp da karanlıkta ağladığı zaman değildi bu kaosun başlangıcı. Hatta hiç ağlamamıştı, kendini de şaşırtan bir şekilde.

Yürüyen merdivenin tepesine geldi. Hiç ağlamamış olmak da ondan aldığı bir özellikti. Ne olursa olsun savaşçıydı B. İnsanın savaşının her zaman da kendisiyle olduğunu biliyordu tuhaf bir şekilde. Ağlamazdı o yüzden o da, başka başa çıkma yolları vardı. Belki B.'ye nispet o da ağlamamıştı. İçini burktu bu. Terminale uzanan koridora doğru yürüdü.

Filme haftalarca gidememişti çünkü ağlamak istemiyordu. Filmin bir anlamda "güvenli bir alan" olmasından korkuyordu. Artık her şey değişmişti ve kaosu tekrar herhangi bir düzene dönüştürmek bir filmin yapabileceğinden daha zordu. Bir film seyredince insanların hayatlarının değişmesi filmlerde, bir kitap okuyunca insanların hayatlarının değişmesi de kitaplarda oluyordu sadece. Ama film B. ile olan dünyalarında bir güvenli alansa eğer, bir anda onsuz kurmaya çalıştığı yeni dünyayı yok edecekti. Kaosun içinde korunaksız kalacaktı. Filmden çıkınca salya sümük onu aramak istemiyordu, bunu bir gün yapacaksa bir sebebi olmamalıydı en azından.

Bir yandan da filmi mutlaka seyretmesi gerektiğini biliyordu. Dünyalar değiştirecek kadar gücü olmasa da yıkılan bir dünyanın son çığlığıydı film. B.'nin gittiğini bildiği o andan haftalar sonra gidebilmişti filme, hiç de beklemediği bir tecrübeyi yaşamak için.

Her şeyi bekliyordu ama, böyle kavramsal bir düzlemde B. ile bütünleştirdiği bir filmi seyrederken başka bir kadını düşünmeyi beklemiyordu. Ama tam da böyle olmuştu. Aşk tesadüfleri severdi ama gözünün gördüğü tesadüfler farklıydı tek başına sinema salonuna girdiği o gece. Belki kendine itiraf etmese de o güçle girmişti filme. Aşk kısmı ne anlatıyor çok ilgilenmemişti, ama tesadüfler kısmında hep T. ile yaşadıkları tesadüfleri düşünmüştü. Birini tanımanın heyecanını hissetmişti tekrar tekrar her tanışıp unuttukları anda.

Asla bir yere koyamadı T. hakkında o gece hissettiklerini daha sonra  hakkında. Ama öbür yanda B.'den sadece acıklı bir sahne bulmuştu koca filmde: Kadının evlenme teklifine verdiği cevabı, ya da B. nin veremediği cevabı. Ve Şebnem Ferah'ın ajitasyona kaçan üzgünlükteki sesini.

Terminale giden koridorda lifte binmedi. Kimsenin yanından geçmek istemiyordu. Ağladığını görür müydü insanlar, görseler de umursarlar mıydı bilemiyordu. Ama alışık olduğu dikkat çekmeme davranışını sürdürdü.

O gece filmden çıktıktan sonra kızgındı sadece B. ye. Kendisinin sert ve dik durmasını isterken, ne istediğini  açıkça söyleyemediği için kızgındı. Sonrasında bu duygu çok daha bulanıklaşacaktı. Bu konuda onu yargılamaktan sürekli kaçacaktı.

Bu duygunun bulanıklaşmasıyla da filmden, B.'den kalan son anıdan geriye sadece bu şarkı kalacaktı. Hoşçakal demek ona kalan tek şeydi. Bu film bir cenazeydi çünkü. Artık her şeyin bitmesine rağmen gerçekleştirilen son ritueldi bu filmi seyretmek. Ve B.'yi tanıdığı günden o güne kadar sadece kendini düşünerek yaptığı az şeyden biriydi bu hoşçakal.

Gözyaşları arttı, adımları yavaşladı. Bir ara kenardaki bankların birine oturmayı düşündü bir süre. Devam etmeliydi ama. Durmanın kimseye faydası yoktu, en azından hayatında kendini hep buna inandırmıştı.

Birini sevdiğin zaman geride kalanlar o kaos içinde tutunacak tek dalın oluyordu. Ama her geride kalanın da bir çerçevesi ve anlamı vardı, hiç bir şeyi onun dışına çıkaramıyordu insan. Sonunda da kalanlar başkalaşıyor ve kaos herşeyi kaplıyordu. Öncesini, o anı ve sonrasını karşılaştırmak çok da mümkün değildi. İnsan kaybedilen herşeye farklı yas tutuyor, altı safhayı her zaman farklı yaşıyordu. Yine de sonunda haykırarak aynı sözleri söylüyordu hep.

Söylenecek söz yok, gidiyorum....

21 Eylül 2011

Shuffle II


II.

Müziğe gitti aklı biraz. IPod'un küçük ekranında Sertab'ın komik saç modelini görünce başka bir dünyaya gidiyordu her seferinde. Derin bir nefes aldı. Daldı yine geçmişe.

B.'nin bir ay sonra evine geldiği o gece geldi aklına. Her bu şarkı çalışında oraya giderdi aklı, ve kalbi... O geleceğini söyleyince koşa koşa eve gidişini ve bir playlist yapışını an an hatırladı. Bu şarkıyı da koymuştu. "Bizim şarkımız olan her şarkıyı koymuştum" diye düşündü.

O nasıl başa çıkacağını bilmediği bir anıydı. Onun için de aynı başa çıkılmazlıktaydı, hep öyle derdi ya da. "Sonumuz nasıl olur bilmiyorum" demişti. Nasıl devam ettiği bilinmez bir aşkın nasıl biteceği daha da bilinmez olurdu her zaman. Hiç bir şey demek değildi belki de bu, belki de çok şey demekti.

Yine aklına aynı sorular geldi "Mutlu mu acaba... Sevince kalbim elbet acı duyardı ama bu acılar bizi aştı bizken. Şimdi acaba boşa mı çekmişiz bunları diyordu, yoksa özlüyor muydu acaba... Yaslandığı omuz onu istediği yere götürecek miydi, yoksa başka bir hayalin içine mi atlamıştı."

En fazla da kendiyle çelişiyordu. Merak etmek ve etmemek arasında gidip geliyordu. Kendine acımaya dönüşüyordu bu da bir an sonra. O evine geldiği gün ona "En kötüsünü gördük işte, seni seviyorum" demişti. O an inanmıştı bunun bir peri masalı olacağına. Şimdi inandığı çok bir şey yoktu. Yarın onu tekrar kollarına alabilse hayatının daha iyi olacağına inanmıyordu. Yağmur olup yağsa üzerine dertler olduğu yerde kalacaktı işte.

Yazı düşündü. Bir sene öncesini. Tatilden geldikleri haftayı. "Bir omuzum oldu sonunda hah hay başımı yasladım" dediği an gözünün önündeydi. Kışın soğuğunda tüm her şeyin kabahatini koparılan çiçeklere yüklemelerini düşünüp güldü. Kendini parçalarcasına ağladığı gecelerde "Ayrılık ve bizin aynı cümlede durmuyor" diye kendini avuttuğu anları düşündü.

Çok şey biriktirmişlerdi ama söylenecek tek şarkıydı bu. Mesele ne yaptığı, kiminle olduğu ya da onu sevip sevmediği değildi. Mesele onun olup olmadığıydı. Birlikteyken sadece birbirlerine sahip olduklarını başka bir dünyayı gördüklerini düşünürdü hep. Artık düşünemiyordu böyle. Artık tek kalan istenilenler ve istenilmeyenlerdi.

Onu son gördüğü an gözünün önünden gitmiyordu hiç. Defalarca birlikte bindikleri o arabayı görmüştü ilk önce. Her zamanki gibi gözleri onu görmek için bekliyormuşcasına kitlenmişti. Aylar boyunca o arabayı gördükten sonra müziği sonuna kadar açmış, ağzını yamultmuş B.'yi görmeye o kadar alışmıştı ki, arabayı onun sürmediğini, arabayı süren sevgilisinin omzuna başını koymuş yanında oturduğunu görünce bir yumruk inmişti boğazından. Susup önüne bakmıştı umuttan iyice koptuğu her an gibi.

"Mutludur inşallah" dedi içinden anca. Mağara adamından daha evrimleşmiş olduğunu sanmıyordu. Bir zamanlar sevdiği kadını başka birinin omzunda görünce içi keyif dolmayacaktı tabi ki. Dolacak mıydı belki de, emin olabilseydi kendinden keşke.

Fransızca bir anons geldi. Tren makas değiştirmeye başladı. Lyon Saint Exupery'e gelmişlerdi. Hareket edecek gücü var mıydı emin değildi. İki ay önceye kadar çok fazla aklına bile gelmeyen bu kadının tamamen başka bir dünyada, daha dünyevi şeyleri aklından geçirirken bir anda bir şarkıyla aklına düşmesini beklemiyordu.

Beklenmeyen şeylerdi zaten onunla ilgili olan her şey. Hayatının altı ayında onun damgası vardı. Yine de her hikayeleri beklenilmedikle ilgiliydi. Bu kadar mutlu olup birbirlerini seveceklerini bile beklemiyordu. Sevmişler miydi acaba? Bekliyor muydu ya da?

Hatırladı yine niçin ona arkasını döndüğünü. Çünkü arkasını dönebilmek istiyordu ona. Tüm ilişkileri boyunca ne zaman arkasını dönse ona kalbine bir hançeri saplanmış bulmuştu. "Onun için sen daha iyisini yapabildin mi ki?" diye düşündü. Bir cevabı yoktu buna. Bazen yaptığını düşünüyordu. Bazen R. için ona arkasını döndüğünü düşünüp kendini suçluyordu. Bazen de her şeyi pembe diziye dönüştürenin sadece bu suçluluk olduğunu söylüyordu kendine.

Ne olursa olsun, ona arkasını dönmek için değil arkasını dönebilmek için dönmüştü. Ama onun bunu anlayacağını düşünmemişti de zaten. Bu intihar onun intiharı olmuştu, sevgisinin ya da B.'nin değil.

Tren durdu ve kapılarını açtı. Trendeki küçük kalabalık yavaş yavaş çantalarını kapıya doğru sürüklemeye başladılar. Hiç inesi yoktu trenden. Uçağa kadar bir yarım saat bir saat daha böyle ileri geri gitse şikayet etmezdi. Platformdaki yolcular boşalan koltukları doldurmak için bekliyorlardı. Kalktı, o da bavulunu çekiştirmeye başladı. Platforma çıktı. Bir köşede durdu. Şapkasını taktı. Ayakları yürümeyi reddediyordu.

Bir intihar olmuştu son hikayeleri. Geri dönmeyi beklemiyordu ilk anda da bu anda da. Her şeyin aleyhine çalışması sadece işleri zorlaştırıyordu. İnsanın içindeki boşluk her zaman vakum etkisi yaratıyordu. Ve insan kendisini seven sevmeyen, değer veren vermeyen bir sürü kişiyi içine çekmeye çalışıyordu bu vakum etkisiyle. Tabi azı kalıcı oluyordu, daha da az o boşluğu dolduruyordu.

Platformun sonuna kadar yürüdü. Dönerek üst kata çıkan merdivenleri tırmandı, bir yandan da bavulunu çekiştirerek. Havalanının yan tarafındaki tren istasyonunun kapısına doğru yürüdü. Etrafta öğlen sıcağının altında yerlerde oturan salaş görünümlü ama güleç yüzlü gençler vardı "Kahrolasıca Interrailciler" diye düşündü içinden. Bir anda yaşlı dede yanı açığa çıkıp tüm düşüncelerini dağıtacak gibi oldu.

Ama aynı yere tekrar kilitlendi. Çok özlemişti onu. Ama bu özlemin onunla hiç alakası yoktu bir yandan da. Onunla birlikteyken olduğu insanı özlemişti, mutluluğu özlemişti. Onu görmek, onun başka bir hayat yaşadığını görmek, hatta onunla tanışmasını sağlayan Ç.'yi görmek bile onu olmasa da onsuz sahip olamadığı şeyleri özlemesine yol açıyordu.

"Sevgi ne kadar tuhaf bir şey ya. Bir belli değil benle mi onla mı alakalı. Benle alakalı olsa bir türlü, onla alakalı olsa bir türlü. İnsanın kendiyle, sevgiyle ve sevdiğiyle barışık olmasının bir yolu var mı acaba" diye geçirdi aklından.

Şarkı biterken son düşüncesi "Mutlu mudur ki" oldu.

7 Eylül 2011

Shuffle I

I.


Geri dönmek bir yandan heyecanlandırıyordu onu, bir yandan da içinde geri dönmesine ayak sürüyen tamamlanmamış bir şey vardı. "Hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orasıdır" lafı bunu mu kastediyordu acaba? Dönmek ve kalmak arasında bu derece az fark olması tedirginlikle dolu bir huzur veriyordu ona.

Lyon banliyölerinin içinden geçiyordu tren çok da hızlı olmayan bir tempoda. Anlayamamıştı bu kenti ve buna sinirleniyordu. "Yine de en azından geçen seferki gibi otelden çıkmadan oyun oynayarak ve uyuyarak geçirmedim zamanımı" diye düşündü. Giderek seyrekleşen evler, azalan insanlar şehrin bittiğini söylüyordu. Birazdan tarlalar başlayacak ve tren yolunun kenarlarının kafese benzetilebilecek kadar örtülmüş bir hale gelmesine kadar kısacık da olsa düzlükleri görebilecekti. En azından dört gün önce bu yolu havalanından şehir yönüne giderken tersten seyrettiği film buydu.

Her yolculuk sonunda başka şeylerle karışmış bir huzur kaplardı içini böyle. Yolculuk öncesi ters gidebileceğinden korktuğu, nasıl becereceğini bilmediği şeylerin düzgün gitmesi ve bir şekilde becerilmesinin huzuruydu bu. Her şeyden anlayıp -ya da anladığını düşünüp- bu kısacık yolculukları Odysseus'un maceraları kadar gözünde büyütmesinin komik olduğunu düşündü. Neredeyse bilet görevlisini çağıracak "Mösyö kondüktör, bu bileti tek başıma aldım! Hem de alırken kimseyle konuşmama gerek bile kalmadı! O kırmızı renkli makinlarla konuşarak aldım sadece." diyecekti. "En iyi onların dilinden anlıyorsun ya" diye düşünecekti görevli de. Kafasından nerd olduğu için acınacak durumda olduğu düşüncesini kovdu. "Keşke turist olsaydım" dedi alçak sesle.  

İlk geldiği gün aklına geldi. O gün de gezmeye gelmiş birinden çok bir şeyleri becermek için alışık olduğu çemberden çıkmış biri gibiydi. Konferansın nasıl bir şeye benzeyeceğini merak ediyordu, otelin yerini kolay bulmayı umuyordu, Fransızların meşhur "Fransızca dışında dil konuşmama" alışkanlığıyla muhattap olmam inşallah diye içinden geçiriyordu, isteyerek ya da istemeden deliler gibi para harcama durumuna düşmek istemiyordu.

Şimdi de dönüşte yapacaklarını düşünüyordu benzer bir şekilde. Dönüşünden iki gün sonra uzun bir tatil başlayacaktı ama tatil sonrasına önemli işler yetiştirmek zorunda kalacak gibiydi yine, bayramı ve görmek zorunda olduğu insanları görmeyi gözünde büyütmeye şimdiden başlamıştı, bavul boşaltmak ve tekrar evdeki ofisteki düzene dönmek bile onun için büyük bir şey oluyordu. Kanada dönüşünde bavullarını üç ay sonra boşaltması geldi bir an aklına. O dönüş geldi aklına. Havaalanına bu tren yolculuğu, Toronto'ya giden uçağa benziyordu. Tıklım tıklım dolu bir Boeing'de değil de sadece dört beş kişinin bulunduğu Ankaray tipi bir trendeydi ama esas yolculuğun öncesindeki kısa yolculuk hissiyatı benzerdi. Güldü. Toronto uçağıyla şimdiki dönüş yolculuğu yaklaşık aynı uzunluktaydı. Tabi Toronto'dan Türkiye'ye uçusu dokuz saat olunca oranlar tutuyordu. 

O dönüşünde kafasındakiler, heyecanı ve mutluluğu hızlıca geçti gözünün önünden. Düşünmemeye çalışıyordu çok fazla o günleri. Hayat bir yolculuk gibiydi ona göre, sürekli bir yerlere uğranılan ve bir şeylerle karşılaşılan. Her uğranan yer insana ya bir şeyler katıyor, insanı fazlalaştırıyordu; ya da bir şeyler alıyor, insanı küçültüyordu. O dönüş de küçültmüştü onu. Hayal kırıklığı temalı bir hikayeydi ve hatırlanmasa daha iyiydi. Uzaklaştırdı kafasını bunlardan, sanki bulanık bir suyu karıştırır gibi. 

Tren klimanın duraksamadan çalışmasıyla soğumuştu iyice. Çok soğuktan hoşlanmasa da şikayet etmedi. "Tangalı şarkıyı" söylemeye devam ediyordu Bob Dylan. Gülümsedi. T. koymuştu bu adı şarkıya. Seviyordu böyle aynı espriyi iki tarafından alıp da ortada çevirdikleri zamanı onunla. Sevdiği çok şey vardı onunla ilgili, sevmediği de. Hayatta tanıdığından asla pişman olmayacağın insanlardandı o ne olursa olsun. Gülümsedi yine. Sevdiği şeylerden biriydi onunla ilgili bu, gülümsetmesi.

Tren düzlükleri geçmişti artık. Çok fazla bir şey görünmüyordu tren yolunun kenarları tel örgülerle yer yer duvarlarla kapandığından. "Birazdan varırız havaalanına" diye düşündü. "Uçakta yemek ne verecekler acaba?" diye geçirdi aklından. Dönmek ne olursa olsun güzeldi.

30 Temmuz 2011

Dönüşlerimden Biri / Beni Şimdi Bırakma



Bir hikaye değil bu. Ya da dışarıda, orada bir yerde varolan bir şeyin bana yansıması. Ne kadar çok da bunu hikaye haline getiresim var ama; kişileri değiştirip, sebepleri istediğim gibi birbirine bağlayıp, biraz mutlulukla ve üzüntüyle süsleyip. Ama bu artık eskimekte olan bir parçam benim. O yüzden ben ile başlayan cümleler ile yazmakta sakınca yok artık.

Bu bir aşktı. Her şey gibi basit şeylerle başladı ve basit şeylerle bitti. İçerisinden aslında ne kadar karmaşık olduğuna dair şeyler çekip çıkartmaya çalışıyordum ama iyi her aşkın olduğu gibi çok basitti herşey: Ben seni, sen beni sevmiştin.


İlk öptüğüm zaman seni "Hiç bir şey hissetmiyorum sana karşı" demiştin. Bir yıl oldu. Son öptüğüm zaman seni de aynı şeyi söylerdin biraz baksaydın içine herhalde. Altı ay oldu. 


Ne bekliyorsak o oldu aslında bu bir yılda. Olaylar mantıklı insan öngörülerine uyuyordu hep. Benim sana dayanamayacağım, senin kendini başkalarında kaybetmeyi isteyeceğin, hikayenin bir sonu olduğu. Kime sorsan böyle söylerdi herhalde,söyledi de.


Bunun içinden başka bir şey kurana kadar ta biz, ya da kurduğumuzu sanana kadar sürdü bu gerçeklik hali. Yani göz açıp kapayıncaya kadar. Gerçeklikten vazgeçebilir miydik bu dünyada diye iyi denedik ama. Vazgeçtik de. Ellerimi bırakınca rüzgarı hissediyordum seninle her yokuş aşağı gidişimizde. 


Her sana yazdığımda hikaye anlattım. En güzel mektubum basit ve güzel bir günümüzün hikayesiydi. Kalbimi paramparça ettiğinde de toparlamanı umdum ve tüm hikayemizi baştan anlattım sana.


Bu aşk ne kadar gerçek, ne kadar güzel ve ne kadar sen/ben olduğu tarafından üç yöne çekiştirilen bir hayvan gibi acı çekti bir yerden sonra. Her seçilen yön bizi daha fazla savurdu. O yüzden hikayeler sona geldi işte. Daha fazla hikaye yok, sadece hikayelerin ağzımda bıraktığı tat var artık.


Daha çok merak edeceğin şeye geleyim, benden değil ama kendinden emin halinle yaptığın kehanetlere  Her sabah kalktığımda senden daha fazla uzaklaşmayı bekleyerek iki mevsim geçirdim. Uzaklaşmadım. Yakınlaşmadım da kendine yeni bir hayat kurarken bir yerlerde sen. Zamanın değişik hallerini saklamayı kendine adet edinmiş bir halim var biliyorsun. O hallerin daha değerli bir tanesinde de sen durdun. Açıp baktığım zamanlar sayılıydı şimdi olduğu gibi.


Hayat burada orada yürüdüğünden farklı yürüyor. Aldığım şeyler farklı, umduğum şeyler farklı ve amaçlarım farklıydı. Yine böyle. Mutlaklar ise belki tahmin ettiğin belki edemediğin gibi yerlerinde sabitler. Mesele değildi bunların hiçbiri. Dalgamızı geçip her şeyle (başta kendimizle, sonra birbirimizle olmak üzere) hep anlatılacak bir aşk gösterdik insanlığa. Teşekkür de beklemiyorduk. Yenilmedik de. O an önemliydi.


Beni şaşırtsaydın kulağına fısıldıyor olacağım lafları okumayacağın sayfalara yazıyorum ben de mecburen. Çünkü sen gitsen de, seninle kurduğum hayat gitse de, sana inancım gitse de koca bir hayat vardı kurduğumuz kuracağımız. Sensizliğin en büyük sürprizi karşıma senden çok farklı birini çıkartıp onu hayatımda kimseyi sevmemişcesine sevdirmek olsa da ne o senin daha iyi bir kopyan oldu ne de sen bir suret haline geldin. 


Yoksun sadece ve beş aşamayı farklı sıralarla farklı şekillerde geçiyorum sürekli. Kimi zaman aylarca varlığını unutarak, kimi zaman günlerce ağlayarak bir bakışını hatırlayıp. 


Ama bunlar bir hikaye değil. Senin gözün de kapalı bunlara. Seni bu kadar tanıdığıma lanet ettiğim zamanlarda benim de yaptığım kehanetler var. Bilinmeyecek şeylerin bile bilinmeyecek kalacağı bir dünyadayız artık. Kehanetler ancak karanlığı tarif ediyor.


Kurduğumuz dünyadan bir tat biriktirebilsem bu ne olurdu biliyor musun? Seni ilk gördüğüm ve ilk öptüğüm yerde oturduğumuz ve yılları, dünyaları aşan bir bağ ile bağlanmış iki kardeş ruh olduğumuz o gece kalır bana. Bana "Ne güzel, hayatında istediğin şeylerin peşinden koşmuşsun, elde etmeye çalışmışsın" dediğin o buruk ama çıplak bir içtenlikle donatılmış anın tadı... İkimizin de karşısındakine olan aşkı hayallerden güç alıyordu. Benim hayalim de senin hayalin olabilmekti, istenilmek yabancı değildi sana ama sana istediğin şeye sahip olma tadını yaşatabilmekti bizi faklı kılabilecek. 


Olmadı tabi. Filmler hayatla aynı sonda bitseydi uyarlama Oscar'ı diye bir şey olmazdı. Sen sandın ki olaylar, insanlar ve anlar bitirdi bizi. İlgisi yoktu. Bizim yazılmış sonlarımız vardı. Bu sonlardan en cürretli olanı intiharımız oldu. Niye gittim sorusu eminim ki hala sorduğun bir sorudur, tahmin edemeyeceğin bir cevap var, sana sadece istenilmeyi yaşatabileceğim için gittim. Rüyalar yağmayan yağmurlara dönüşecekti, ve senin kurumana dayanamayacaktım. 


Sonrası senin bileceğin iş. Bir gün ne olacağına dair kehanetleri bıraktım da ben. Kurulmayacak hayalleri de kurulacak hayaller kadar çok yaşadım. Hem senle hem de sensiz. Sen ben diye bir şey yok biz var derdim de ne sen ne ben ne biz artık cümlelerin bir tarafında. Duvarlar ve sayfalar biliyor anca ne olduğunu. Kalmayan en yakın dostlarımız bile habersiz.


Ve yine zaman zaman seni görüp ağlamak ile gülümsemek arasında gidiyorum. Neye üzülüyorum biliyor musun? Orada kalmasaydı gerçekler de arkandan seslenebilseydim Pink gibi.


28 Temmuz 2011

Sait Faik

Yitik Ufuk 

Binlerce top kumaşa yazdım sıkıntımı
Şimdi bir dünyada giden gemide ellerim
Pis bir denizde
Bir demiryolu bir çayır bir gökyüzü hava almaya çıkmış görüyorum
Ben geçerken bir evin penceresinde bir dal çiçekleniyor
Bir kadın soyunuyor göğsünü tüylerini en olmadık yerlerini görüyorum
Görüyorum bir çocuğun gözlerinin içinde denizler inip kalkıyor
İşte yeniden dünyadayız, dünyada bayağılıklarla pisliklerle yan yana dünyadayız
Bir sudaki balıklara bakıyor balıklara gözlerimizi çıkarıp veriyoruz
Bizim verilmeyecek hiçbir şeyimiz yok
Aynı yerden bir kadını öpüyor aynı yerden bir denizi seyrediyoruz
Bir daha seninleyim seninle yaşanmayacak sıkıntılar sevgiler Cezayir mahalleleri Sicilyalı gökyüzleri yok anlıyorum
Gemiler geçiyor uzaklardan kimse inip bineyim demiyor, kimse görünmüyor, kimse görmüyorum

Yitik bir ufukta
Bağırıyorum bağırıyorum.

Kalem

Hikâyelerimde ne diyorum ben
Şunu şunu şunu değil mi
Bir bulut geçiyor
Diyorum yaşasın böcekler çiçekler balıklar insanoğulları Barba Antimos
Bir sabah geliyor Matisse yeşili
Alıyorum uykularınıza kitaplarımza evlerinizin önüne koyuyorum
Ne zaman bir yeşil görseniz artık her işinizi bırakıp bakacaksınız
Mesela bilmiyorum ama bir şiirde bir kadının ayakları suya değdi değecek şimdi
Hem mutlaka hiç kimse geçmeyecek biraz sonra bu sokaktan
İşte bir kuş uçuyor bir yere konacak sağlama ben yazacağım
Bir gökyüzü peşinde gidiyor bu çocuk
Bu adamı bu kadını bu masada tutan başka başka şeyler

Hep böyle diyorum ben
Bir dülger balığını alıyorum gözleri güzeldir diyorum
Bir bulut çıkıyor bir bulut çıktı diyorum
Sarılıyorum kaleme.


Ağıt

Baktık bir evin bahçesi ilk defa bir evin bahçesi başını almış gidiyor
Bir çocuk Grenoble'da İtalyan mahallesinde bir çocuk görüyor ilk
Deniz kıyısındaki o her akşamki kahve birdenbire tutup batıyor
Ne varsa umutlu umutsuz sıkıntılı sıkıntısız o cumartesi akşamları frengili ağaçlar çekip gidiyor
Yeşil zeytin, limon gibi bir İstanbul sarısı kalıyor geriye
Bir evin bahçesi ilk defa gülmüyor ilk defa büyümek istemiyor
Gece her taraf gece Katina'nın elleri gece en sevdiğimiz yerleri gece, gece hiç bitmiyor
Bağırmak sabahlara, akşamüstlerine bir pencereden bir denizden bağırmak bağırmak
Uyandık Eftalikus uyandık İstiklâl Caddesi yok Beyoğlu'ndaki güneş yok
Gökyüzü yok

İlhan Berk
Galile Denizi 1958

18 Haziran 2011

Iron Maiden


Gidelim, hazırlanalım, görelim, ağlayalım....

19 Haziran 2011 
Iron Maiden

4 Haziran 2011

Scream For Me İstanbul!

1998 yazıydı. Üniversite birinci sınıfta okuyan genç bir adam yazın can sıkıntısıyla boğuşuyordu. Kısa bir tatile gidip gelmişti. Arada sinemaya gidiyordu. Kendi kendine briç oynuyordu. Dünya kupası yeni bitmişti. Emannuelle Petit nasıl çaktı, Zidane da ne adam diye düşünüyordu arada.

Bir gün akşam evde televizyon başında otururken Yapı Kredi Sanat Festivali adında bir organizasyona ait bir reklam gördü. Festivale katılacaklar arasında ağır sayılabilecek bir skaladan gruplar sayılıyordu. En son da "...ve Iron Maiden" ifadesiyle bir heavy metal grubunu festivalin ana grubu olarak ilan ediyordu.

Metal müzik denilince aklına ortaokulda sorulan "asitçi misin, metalci mi?" sorusu ve hazırlıkta servisteki abilerin verdiği kasetlerden gelen tenekeye vuruluyormuş gibi bangır bangır müzik geliyordu. Servis şöförü abilerin kasetlerini çalmamaya başlayınca abiler de kendileri pilli teyp getirip kendi müziklerini çalmaya başlamışlardı. Servis şöförü buna bangır bangır Ahmet Kaya çalarak karşılık vermişti "özgün müziğin" altın çağı o günlerde.

Ablası abisi olmadığından müzik zevki kendi kazıyıp bulup gördüklerinden oluşuyordu. Lisede her yeni yetme gibi Metallica'ya bulaşmıştı biraz. "Abi Metallica'da piyasa oldu" diyen ağır metalci geçinen gençlerin Load kaseti üzerinde tepinmelerine şahit olmuştu.

Üniversitede ise yine Metallica'dan başlayarak rock ve metal müziğe yol almıştı. Metallica'nın yaptığı müziğin de tipinden çok kalitesi onu kendinden geçirmişti. Black Albüm ve And Justice For All... üniversite birinci sınıfta AIWA walkman'inde dönüp durmuştu. Dinledikçe bu tip müziği sevmiş, liseden ve üniversiteden arkadaşlarından da yeni şeyler öğrenmişti. Doors vardı, hem eğlenceli hem depresif şarkılar yapan. Deep Purple vardı, solisti iyi bağırıyordu. Artık o da "Bon Jovi de piyasa abi" diyebiliyordu bir aidiyet duygusuyla.

Iron Maiden hakkında ise bildiği hiç bir şey yoktu. Bir tek hayal meyal lise de bu işlerden anlayan bir arkadaşının elinde canavarlı yaratıklı bir kaset kapağı hatırlıyordu.


Belki çok da fazla ilgisini çekmeyecekti bu yaratıklı, ucubeli grup. Ama yine Internet dünyasının bir cilvesi farklı şeyler çıkarttı karşısına. O zamanlar Internet denilen şey web 1.0 bile değildi. Pirc, icq ve mailden ibaret sanal sosyal çevre içerisinde belki de en güzel sosyal bağı okuduğu anadolu lisesinin mailing listinde kurmuştu. Ve konser reklamını gördükten sonra bu mailing list'de de bu konunun hararetle konuşulmaya başlanması ilgisini iyice bu yöne kaydırdı.

Mailing list'de çok miktarda 30'lu yaşlarının ortasında, lise mezuniyetleri üzerinden nerdeyse 20 yıl geçmiş abi mevcuttu. Ve herkes konseri büyük bir heyecanla karşılamıştı. Türkiye 98 yılına Ahmet San organizasyon ile gelen Michael Jackson ve Madonna gibi konserler yaşamıştı. 93 Metallica konserini anlata anlata bitiremeyen arkadaşlarına amma çok özenmişti. Yine de her gün ünlü bir grup gelmiyordu bugün olduğu gibi.

Abilerin bir kısmı "Ama eski Iron Maiden değil ki ya" diyorlardı. Bir kısmı "Ben son kasetlerini aldım, güzel hala" diyordu. Solistin değiştiğinden söz ediliyordu. Ama en vurucu mail bir süre sonra geldi.

Abilerin biri Sadık isminde yakın bir arkadaşıyla lisede kurdukları grubu anlatmıştı mailde özetle. "İkimizde rock ve metal müzik çok seviyorduk" diye başlamıştı. Arkadaşı bir gün buna bir kaset dinletmişti. Solistin sesi dışında çok beğenmişti müziği. Kim olduklarını sorduğunda "Iron Maiden.. Kaset de Seventh Son of a Seventh Son" cevabını almıştı. Bir süre dinledikten sonra dinlemek onlara yetmemeye başlamıştı ve bir grup kurmuşlardı. Kendisi Iron Maiden'ın esas adamı gibi bas gitarı almıştı, arkadaşı da gitarı. Lise boyunca kendi çaplarında çalıp söylemişlerdi. Üniversitede de bir miktar devam etmişlerdi. Ama zamanlar, olaylar ve hayat insanları başka yerlere götürmüştü ve birlikte çalmayı bırakmışlardı. Abi yaklaşık şu kelimelerle devam ediyordu:
Sekiz on yıl geçti herhalde çalmayı bırakalı. Iron Maiden'ın geldiğini de anca bu mailing list'den öğrendim. Birden eski günlere gittim. Sadık beş senedir yok. Kan kanserine yenildi. Hayatta olsaydı kesin aradı gidelim abi derdi. Şimdi biraz buruk hissetsem de gideceğim tek başıma da olsa. Gençken onunla birlikte kurduğumuz hayalleri yerinde yaşayacağım.
Hayat ve ölüm bu derece iç içe giremezdi herhalde. Bu satırları okuduktan sonra Iron Maiden aklının bir ucunda hep yer aldı, asla çıkmadı.

Eylül geldi, konserler oldu. Hayatında İstanbul'a konsere gitmek diye bir şey yoktu. 10 milyon liralık biletleri nasıl alırdı o da ayrı bir konuydu. Mailing list'den takip etti anca konserleri. Abilerin çocuklar gibi şen konser anılarını okudu, imrendi. Konserden sonra otelin asansöründe grup elemanları ile karşılaşan ve sohbet eden abinin yazdıkları hele masal gibiydi. Herkes grubun esas adamı basçının Türk milli takım formasıyla konsere çıkışını konuşuyordu. Grup üyelerinin alçakgönüllülüklerinden, şirinliklerinden ve mütevaziliklerinden bahsediyordu herkes.

Konser olup bitmişti, yapılacak tek şey Iron Maiden dinleemeye başlamaktı. Gidip hep kaset aldığı kitapçıdan ilk Iron Maiden kasetini aldı: "The Best of the Beast"


Karşısına çıkan müzik onu çok şaşırtmıştı. Gürültü patırtıdan eser yoktu müzikte. Metallica müziği gibi ince işlere giren bir müzik de değildi. Son derece enstrümantal, tekrar eden akılda kalıcı ritmler, akıcı ve basit geçişler ve coşku üzerine kurulan bir müzikti. Belki tek eksiği mailing list'de de abilerin yazdığı gibi solistin ince sesiydi. Solistin sesinin güzelliğiyle değil de gücüyle işi götürdüğünü ilk andan sezmişti. Kısa süre sonra mailing list'deki abilerle aynı fikire ulaşacaktı: "Bruce Dickinson üzerine bir metal vokali az bulunurdu." The Trooper ile yaşadığı hissiyat hele daha önce yaşamadığı bir şeydi. "Bu şarkıyı hep içimde bir yerlerde biliyordum ben" diye düşünmüştü ilk duyduğu andan itibaren.

Eylül ile okul açıldı. Yazın ne yaptın sorusuna herkese bu hikayeyi anlatmaya başlamıştı. Kimi kafa sallayıp pek ilgilenmiyordu. Okulda biri ise çıkıp "Trooper'ı Çanakkale Savaşları için yazmışlar abi biliyon mu" dedi. O andan itibaren Iron Maiden'ın herşeyini merak etmeye başladı.

Internet'in derya deniz olmadığı bir çağda, co.uk altında yer alan Iron Maiden resmi sitesini hatim etmeye başladı. Bir yandan da Iron Maiden kasetleri toplamaya başlamıştı. Son albümü almak farzdır diye Virtual XI edindi. Biraz biraz grubun yapısını da kavramaya başlamıştı. Bascı Steve Harris grubun beyni ve patronuydu. İnce sesli vokal Bruce Dickinson ayrılmıştı gruptan. Bruce'u zaten Blue Jean dergilerinden de tanıyordu az ve biraz, solo albüm yaptığın hatırlıyordu. Blaze Bayley diye bir vokal almışlardı, İstanbul konserlerinde söyleyen de oydu. Dave Murray, Janick Gers, Nicko McBrain, hepsini zamanla tanıdı. Eddie maskotunun ne anlatmak istediğine de zamanla kendince açıklamalar getirdi. Yeni işlerini de beğenmişti. "Up the Irons!" ne güzel bir slogandı.

Dinlemeye devam etti. A Real Live One, A Real Dead One, Seventh Son of a Seventh Son, Number of the Beast, Piece of Mind, Fear of the Dark derken grubun albümlerinin çoğunu toplamıştı nerdeyse. Müzik beğenisi üniversite ortamında değişiyor gelişiyordu ama Iron Maiden herşeyin kalbinde kalmaya devam etmişti. Metal müzikten hiç hoşlanmayan sevgilisi Iron Maiden dinlettiğinde "Hmmm... valla Metallica'dan filan güzelmiş bu ya" dediğinde dünyalar onun olmuştu sanki.

İlk parasını kazanmaya başladığı zaman ilk aldığı şeylerden biri de yeni Iron Maiden CD'siydi. Çıktığından ettiğinden haberi olmamıştı. Müzikmarkette rafta görünce şaşırdı Brave New World'ü. Eve gelip içini açtığından şaşkınlık coşku ve heyecana dönüştü çünkü Bruce geri gelmişti gruba. Hem de eski gitarist Adrian Smith ile birlikte.



Iron Maiden dinlediği 2-3 yıldır hep Iron Maiden'a geçmişten gelen bir grup olarak bakmıştı, ne kadar yeni işlerini beğense de. Bir anda bunun değiştiğini, yeni bir devrin başladığını hissetti. Dört gitarlı bir grubun neler yapabileceği, nasıl muhteşem olacağı şarkıların bunları düşünmeye başladı ve ilk o zamanlar onları sahnede görmek için yanıp tutuşmaya başladı. Onun hissiyatını aynı kelimelerle başkaları da dile getiriyordu: Bruce'u görmeden ölmeyelim!

İşveç'de, İtalya'da, Yunanistan'da Iron Maiden konserleri kovaladı bir süre. Ya parası olmuyordu, ya zamanı ya da cesareti çok fazla. Iron Maiden'ın tüm işlerini topladı bu arada file sharing çağının altın günlerinde. Üç albüm daha yaptı Iron Maiden, çıktığı gün aldı hepsini. Her seferinde "Güzel be abi" diye içinde bir şeyler kıpır kıpır etti, ağzında hoş bir tat kaldı. Artık nerdeyse tüm şarkıları ezberlemiş, tüm albümler defalarca dinlemiş, grup elemanlarının hepsinin hayat hikayelerini ezberlemişti.

Bir kere çok yaklaştı canlı izlemeye. Kanada'da yaşadığı altı ayın sonuna doğru Iron Maiden'ın yaşadığı şehre geldiğini öğrendi. Ama uçak bileti konserden on gün önceydi. Açıklanan avrupa ayağı da çok kısaydı turun. Bir gün bir umut diyordu.

Ve bir gün yıllardır beklediği haber geldi. Bir sene önce Big Four'u aynı sahneye çıkartacak kadar abartan ama kaçırdığı Sonisphere'in bu seneki headliner'ı Iron Maiden olacaktı. Yani Bruce'u görmeden ölmeyecekti.

Hayatta planlar vardır, hayaller vardır, istekler vardır. Bir de bir gün geleceğini bildiğiniz ama yine de sizi şaşırtan havalara uçurtan günler vardır. Bu da onlardan biriydi. İlk gün biletini aldı. Bir Iron Maiden t-shirt'ü siparişi verdi. Ne güzel arkadaşları vardı ki onlar da doğumgününde bir tane hediye ettiler. Ve ona beklemek kaldı...

... Bir de Bruce bağırdığı zaman cevap vermek:

- Scream for me İstanbul!
- Iroooooooon Maideeeeeeeeen!


19 Haziran 2011
Iron Maiden
Sonisphere İstanbul

Setlist:

1. Satellite 15 ... The Final Frontier (The Final Frontier)
2. El Dorado (The Final Frontier)
3. 2 Minutes to Midnight (Powerslave)
4. The Talisman (The Final Frontier)
5. Coming Home (The Final Frontier)
6. Dance of Death (Dance of Death)
7. The Trooper (Piece of Mind)
8. The Wicker Man (Brave New World)
9. Blood Brothers (Brave New World)
10. When the Wild Wind Blows (The Final Frontier)
11. The Evil That Man Do (Seventh Son of a Seventh Son)
12. Fear of the Dark (Fear of the Dark)
13. Iron Maiden (Iron Maiden)

Encore:

1. The Number of the Beast (The Number of the Beast)
2. Hallowed Be Thy Name (The Number of the Beast)
3. Running Free (Iron Maiden)

2 Haziran 2011

Kuzey Aşk - Güney Aşk

Ne uzaktır
hayatın içinde her gün adını duyduğun bir diyar
ve bu diyardaki insanların kalpleri.
Sen uzaklığın her şeyi daha gerçek yaptığı
ve her an her şeyin olduğu bir çağsın.
Sen, sen olamamışsın,
bu çağ da olamamışsın.

Sevmişsin mesela.
Duvarlar titremiş kimi zaman yokluğunda.
Bazen eve gelip ağlamışsın, onu bir an gördün diye.
Yine de ne uzak aslında kuzeydeki gözyaşları,
güneydeki vakur duruşa kıyasla.

Kolaylarla geçmiş hayatın ya,
elini kaldırdığında bir kırmızılığın içine dalmış.
Şimdi ne bu böyle diye haykırmışsın bir gece önce.
Ama suskunluğun ebedi sanki,
alışık olmadığın bir mutlulukla birlikte çok.

Aşk her zaman böler bir şeyleri.
Seni, onu, zamanları, gündüz olman gereken yerleri,
bir daha görmeyi beklediğin insanları, umutlarını,
bedeninin tanımayı beklediklerini.
Aşk böldüğü sürece sen de terkedersin yarısını hayatın
öbür yarısında bulmak için bütünün diğer yarını.

Sonunda ne olacak bizim hikayemizde biliyor musun.
İnce bir gece gelecek ve kaçacak yerimiz olmayacak.
Şiire bu kadar hevesli olmayacağım ben, sen de gülmeye.
Bir anda herşeyden daha doğal gelecek sarılmak.
Bölünenlerden çok bir olanlara bakacağız işte.
Hikayeler yaşanara çoğalacak.

Aşk bölük ama o zamana kadar.
Kuzey ve güney gibi;
sebepsiz ve zamanın başından beri gelmiş geçmiş gibi.
Aptal bir gülümseme, yaşamadığımız bir mutluluk yüzlerde.
Sen benim ne düşündüğümü merak edersin,
ben senin gülerken ne dediğini.

Kuzey aşk'dan güney aşka bir ulak giderken...

28 Mayıs 2011

sen, ben ve aradaki tüm mesafe

ne çok da bırakasım var kendimi akşamın saatlerine
eksiklerle dolu bir sahne yaratma adına sanki
belirli yerlere bilinen şeyler konulan
ve en son kenar süsüyle bitirilen bir yazı
ne zaman geleceği bilinen bir bulut gibi
yani hayatın tüm düzleşmiş ve kaybolmuş anları
arka arkaya belirip kayboluyorlar bazen

yeni bir hayat yoktur kimse için
bir gece çıkıp gitmeyi bilmediği sürece
ama her zaman eşyalarımızı bırakmayız
içimizi geride bırakmanın ıslaklığını
hiç bir otel havlusu kurulayamaz oysa
hayat küçülerek ilerler, biz oyuncaklaşırız

bazen de her şeyi yıkan geçen bir fırtına çıkar
acıtan şiddetiyle gözlerini kapattıran rüzgar
her şeyi yeniden şekillendirir
saat bir farklı ilerler gündüzleri de,geceleri de
insan olmayı hatırlarım kendime nasihatler ederim
birden bire ağzım susmamaya başlar
sen ve ben arasında gider görünmez kelimeler

tekrarlar da biter hayatta yeterince aynı yerden geçince
şaşırmayacağımı sandığım her zaman son kahkahalar ortalığı çınlatır
eline binlerce kelime verir aşk, ama bilmezsin nasıl söyleceğini
hangi birini, hangi sırayla, hangi sen için

beyazlıklarla devam ederim sahneyi boyamaya ben de
cesaretimi toplarım bazen, sürerim bir kırmızıyı
boydan boya olduğu her yere sana dair olmayanların
sonra sarılar bile çok parlak gelir gündüz güneşi altında
sürekli değişen bir resmin parçası oluruz
sen, ben ve aradaki tüm mesafe

28 Mayıs 2011

29 Nisan 2011

kaldırımda bir sabah

yaz sıcaklığı sonrasıydı
denizin uğramadığı yerlerde
hükümrandı soğuk
ve değişmişti her anla her şey

bir kaldırımdan sokak bambaşka görünüyordu
sanki yolun başıydı
yokuş aşağı bisikletle inilen
o çıkmaz sokak
insanın kendini bırakası geliyordu bazen
uçurtmaları seyretmeye ve inanmaya

akşamdı normalde
ama anason kokusu yine sabah etmişti
mucizeleri olur kıldığı gibi bazen
telefonlarsa yine meşguldu

durdum kaldırım kenarında o akşam
durdum öyle bir
yaza ve kışa uzun uzun bakarak
korkunçtu beklemek
ve saatinize uzun uzun bakmak
dakikalar başka bir evrende geçerken

gece ürpertti defalarca
        ( bir aralık gecesi gibiydi yine, karanfilden bir gece.
            ne kadar karanfil akmıştı o gece hatırlayamadı.
            ne kadar zayiat vardı, ne kadar ölü, ne kadar
            yaralı. çünkü susulmuştu o gece. bir tek tanık
            vardı, o da bir çöl kasabasında inzivaya
            çekilmişti tek başına, sorsanız sadece o gün
            okşandığını hatırlardı. karanfilden bir kış
            gecesiydi. yine zaman başka yerde akarken yine
            böyle bir sokakta sönük bir lambanın altında
            beklemek. )
sevişme öncesi beklemek gibi
sarılma ile ilk öpücük arasındaki
tanımlanamayan anlar gibi

sabah oldu tekrar bir önceki günden kalan
pencereler ve kapılar gözlerini bu yana çevirdiler
gerisin geriye ağlamaya başladı sokak

bir oğlan ve bir kız sokağın başından girdiler
nasıl aşık olursunuz isimli rüyayı görürken
ve ne yöne gideceklerini bilemezken
istemsizce oğlanın sırtına dokundu kız
belli ki seviyordu
seviştikten sonra öylece yatıp okşamayı
                    okşanmayı

ama bu sokakta konuşulmazdı bunlar
sokağın sonunun kör karanlığa battığı gibi

kaldırımda durup da sokağa bakmak bir sabah
dalgın gözlerle
yürüyüp gitme arifesinde
üşüme ve ürpertiler anlık, her anlık
beklemeyi ısıtan bir bilgi :

            sen sokağın sonundaydın
            unuttuğun herşey sokağın sonundaydı
            zaman sokağın sonunda akıyordu
            sokağın sonundan sokağın sonuna bakılıyordu

26 Kasım 2002

18 Ocak 2011

Kapak Olsun


Tigermilk 1996


If You're Feeling Sinister 1996


The Boy with the Arab Strap 1998


Fold Your Hands Child, You Walk Like a Peasant 2000


Storytelling 2002


Dear Catastrophe Waitress 2003


The Life Pursuit 2006


Write About Love 2010

Belle and Sebastian

2 Ocak 2011

Dev

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruli
hanımeli
açan ev..

Nazım Hikmet Ran





Bazen sevgiler sığmaz hiç bir mezara. İnsan öyle sever ki kendini bir mezara kapatır sevgisinden vazgeçmek yerine. Her dakika karanlıkta geçen bir yıl gibi gelir o zaman. Ve gözleri hiç bir zaman açılamayacak sanır. Kızar, öfkelenir, ağlar, hayıflanır. 

İnsan sevdikçe devleşir. Sevgisinden vazgeçtiği sürece de küçülür.