31 Mayıs 2010

Caoimhe Butterly

2002'de bir grup Filistinli çocuğu İsrail operasyonundan kaçırmaya çalışırken vuruldu. İrlanda'ya evine dönmedi. Bir sene boyunca İsrail tanklarının önüne attı kendini. Bıkıp İrlanda'ya evine dönmedi. 2006'da İsrail Beyrut'u yerle bir ederken Tony Blair'i protesto edip tutuklandı. Yine evine dönmed. Dün Gazze'ye giden konvoydaydı. Bu videoyu kaydetti. Belki de gerçekten evine dönemeyecek bu sefer, belki de ölenler arasında o da var. Bilmiyoruz, bilemiyoruz. İsrail'in bu zülmü ne zaman duracak. Onu da bilmiyoruz, bilemiyoruz.


24 Mayıs 2010

Lost & Gone


Bu resmi geçen sene görseydik delirirdik. Ne teoriler üretilirdi. Neler konuşulurdu. Resimdekilerden kahvesini yudumlayan bilgisayar mühendisi görünümlü arkadaş Damon Lindelof. Ayaktaki Avrupa kökenli havası veren ve film endüstrisinin içinde yıllarını geçirdiğini haykıran abi ise Calton Cuse. Bu arada Avrupa kökenli değil, Meksika kökenli. Masada Dharma bira kutuları, prodüksyon ile ilgili bilimum zerzevat var. Cuse'un arkasındaki duvarda oyuncu portreleri asılı durumda. Belli ki çalışırken bir sahneyi kafalarında kurmak istediklerinde dönüp bu duvara bakıyorlar. Ve tahta...

Tahtada ve tahtanın üstünde duvara yapıştırılmış kartonlarda yazanlar neredeyse 6 senedir dünyayı kilitlemiş olan Lost'un prodüksyonu, son sezon ayrıntıları ve (özellikle tahtanın üstündeki kartondaki materyal) dizinin iskeleti. Lindelof Lost'un yaratıcılarından biri. Curse ile birlikte "executive producer" ünvanı altında çalışıyorlar dizide. Fakat biliniyor ki bu ikili Lost'un showrunner'ları. Yani dizinin yaratım ve yapım aşamalarında bu ikili patron. 

Dünkü final bir çok insanı çileden çıkartmıştır sanıyorum ki. Final bittikten sonra ikinci sezonu izlediğim zamanları düşündüm. Böyle bir final olacağını söyleselerdi ben de herhalde çileden çıkardım. Zira Lost'un en büyük esprisi gizemli dizi olması olarak bilindi hep. Ve bu gizemlerin bir kısmı dizinin bitimiyle birlikte tarihe karıştı. 

Şu anda büyük ihtimalle "Film yapılsın","Kutup ayısının hayatını mini dizi yapın" diye istekler dile getiriliyordur Internet aleminde. Ama Lindelof ve Curse bırakın franchise'ın devamını, bugünden sonra DVD ekstraları dışında dizi hakkında konuşmayacaklarını açıkladılar. Yani sözün özü: "Move on" 

Kendime sordum yine finalden sonra. Herşeyi açıklasalardı daha mı iyi olurdu? Bu biraz diziden ne beklediğiyle ilgili insanın galiba.

( Dizinin bir kısmını ya da hepsini seyretmediyseniz burdan sonrasını okumak istemeyeceksinizdir )

Lost'un en sevdiğim hali sanırım ilk sezondaki düz haliydi. Çözüm aşamasına gelinmeyen, yanından bile geçilmeyen hatta, flashback'lerin daha çok karakterler ile ilgili olduğu, herşeyin esasen Jack-Lock ikileminde (Man of Science-Man of Faith) döndüğü, hayatın daha basit olduğu zamanlar. Bu dokunun üstüne koyulan gizemli durumlar da gerilimi sürekli tırmandırdı. 

Açıkcası başta gizemli durumların tedirgin ediciliği diziyi cazip kılan etkenlerden biriydi. Bir Robinson hikayesinde aslında uçakta olmayan birinin ne işi vardı? Issız bir adaya hatch'i kim inşa etmişti? Kumsalda boş boş umutsuzca takılan kazazedelere kendimizi yakın hissetmenin bir boyutu da bu olayların yarattığı gerginliği hissetmekti.

İkinci sezon "hatch" meydana çıktıktan ve Others Walt'u kaçırdıktan sonra adeta "tavşan deliğinin aslında nerelere ulaştığını" görme imkanımız oldu. Dharma, others, sayılar vs. derken giderek karakterler etrafından gizeme doğru kaydı dizi. Gizemin yanında yeni karakterlerle anlatımı ilk sezondaki dramatik seviyede tutmaya çalıştılar yapımcılar. Fakat nedense ikinci sezon karakterleri uzun ömürlü olmadılar. İkinci sezon tüm bu gizemlerin ve yeni karakterlerin üstüne kurulu bir "Man of Science-Man of Faith" savaşıydı. Sonunda kaybeden kim miydi? Herhalde tutsak alındığına göre Jack'di.

Üçüncü sezon ana hikaye kurtulma ümidiydi. "The artist previously known as Henry Gale" adeta şov yaptı bu sezonda. Others da olsa insan insandır dedik. Others, kurtuluş ümidi olarak görülen gemi ve gemiyle ilgili sezon  boyunca süren Oceanic Survivors-Others / Jack-Locke / Man of Science-Man of Faith karşıtlığı bu sezonu taşıdı. Üçüncü sezonun son bölümünü dizinin sonu sandık hepimiz, aha herkes kurtuldu dedik. 

Bu noktadan sonra dizi bugüne kadar gelen 3 kısa sezonla sona ulaştı. Karakter draması olarak yapılacak çok fazla bir şey kalmamıştı. 4. sezon gemiyi ve gemidekileri anlattı, Oceanic Six adadan kurtuldu ama olayların öyle bitmeyeceğini anlamıştık. Gemideki dörtlü dizinin herhalde karakter draması olarak yaptığı son işlerdendi. 5. sezon zamanda gelgitlerle geçti daha çok. Amaç belki de Dharma ve Others ile ilgili eksikleri kapatmaktı. 6. sezonda bu konulardan hiç bahsedilmedi. Jacob ve MIB arasındaki savaş işlendi ve tam da ne olduğunu anlayamadığımız bir şekilde sonuçlandı.

Sonuçta her sorunun cevabı alınmadı, ama her şey olması gerektiği gibi bitti. Her sorunun cevabını almamız için herhalde on sezon daha olması gerekecekti. Karakterler iyice geri plana geçecek ve açık uçları kapamaya yönelecekti dizi. Biraz sıkıcı olacaktı işin doğrusu. 

Bu haliyle her şeyden biraz aldık. Finalde Jack'den Cüneyt Arkın stili bir uçan tekme bile gördük. Lost 6 sene boyunca başlarken yapmayı vadettiği şeylerin hepsini yaptı. Drama, hayatta kalma macerası, gizem, heyecan, bilim kurgu, felsefe. Hepsinin bu denli iyi bir oranda karıştığı bir dizi daha gelmedi daha önce. Gelene kadar da Lost hatırlanacak hep.

Son olarak Lost'u hatırlamak için 10 sebep: (herhangi bir sıralama yoktur)
  1. 1x10 - Raised By Another - Danielle ile tanışan Sayid kampa gelir ve adada yanlız olmadıklarını herkese söyler. Tam bu esnada Hurley heyecanla gelip Jack'e, Ethan adındaki kazazedenin aslında uçakta olmadığını söyler
  2. 1x04 - Walkabout - Flashback esnasında Locke'ın kazadan önce tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunu, kaza sonrasında bir anda yürümeye başladığını görürüz.
  3. 3x01 - A Tale of Two Cities - Oceanic 815'in düşüşünü Dharma barakalarından görürüz.
  4. 2x17 - Lockdown - Henry Gale'in bavulunu aramaya giden Sayid geri döner. Bavulu bulmuştur. Fakat bununla yetinmeyip cesetleri mesarlarından çıkartmış ve Henry Gale'in sürücü belgesini bulmuştur. Kazazedeler ellerindeki adamın Henry Gale olmadığına emin olurlar.
  5. 2x20 - Two for the Road - Anna Lucia'ya isterse kendine Henry Gale diyen adamı öldürebileceğini söyleyip silahı ondan alan Michael Anna Lucia'yı vurur.
  6. 3x13 - The Man From Tallahasse - Tallahasse'den gelen adamın Locke'ın babası gerçek Sawyer olduğu anlaşılır.
  7. 3x22&23 - Through the Looking Glass - Bölüm sonunda flashback sandığımız kısımda Jack Kate ile buluşur ve adaya geri dönmeleri gerektiğini söyler.
  8. 4x09 - The Shape of Things to Come - Keamy Alex'in kafasına bir kurşun sıkar.
  9. 5x07 - The Life and Death of Jeremy Bentham - Ben Locke'ı boğarak öldürür. Adaya geri döndüklerinde ise Locke hayattadır.
  10. 2x10 - The 23rd Psalm - Mr. Eko MIB ile karşı karşıya gelir. MIB Eko'ya zarar vermez.

11 Mayıs 2010

Altı Ok mu Altın Ok mu?


30 Ocak 2005 tarihinde CHP onüçüncü olağanüstü kurultaytını toplamış. Mustafa Sarıgül CHP genel başkanlığına aday olmuş, Deniz Baykal yine genel başkan seçilmiş. Ben de oturup ekşi sözlüğe şu yazıyı yazmışım:

seksenlerin ortasında tanıdım deniz baykal'ı. aklım politikaya basmasa bile o zamanların politik şahsiyetlerini tanıyıp siyasi görüş olarak değerlendiremesem de kişilik ve tarz olarak değerlendirmeye başladığım günlerde.

o zamanların sosyal demokrat kanadının büyük partisinin adı shp idi. genel başkanı da çok tonton, şirin, çılgın bilimadamı görünüşlü erdal inönüydü. babası da büyük adamdı der dururdu herkes.

bu deniz amca da bu partinin genel sekreteriydi. genel sekreter demek herhalde sekreter gibi luzumsuz işlere bakan biri sanırdım başlarda. ama bu deniz amca arada trt'de çıkar atıp tutardı. genelde hep birilerinin yaptıklarını beğenmediğini söylerdi. bu birileri de karşı partinin genel başkanı, özal ya da evren paşa değildi genelde. hep shp'den birileriydi.

sonra shp kurultaylar yapmaya başladı. her mevsim başında kurultay oluyordu, ben de çocuk aklımla bunalr herhalde yeni mevsimi karşılamak için kurultay yapıyorlar diyordum. zira o zaman ilkokul ders kitaplarında böyle kavramlar vardı. kış gelirken yapılan işler, yaz gelirken yapılan işler.

her kurultayda bu deniz amca genel başkanlığa aday oluyordu. o zaman anladım bu genel sekreterliğin aslında önemli bir şey olduğunu. belki de adı sekreter diye içerliyordu deniz amca, haklıydı da. nerede "genel başkan", nerede "genel sekreter". ama her kurultayda da erdal amca yine genel başkan oluyordu. hem de yani nerdeyse "ya deniz kardeşim, yine kurultay yaptık ama afacan partililer yine beni seçtiler, kusuruma bakma ya" gibi tatlı bir üslüp takınıyordu her kurultay sonrası.

anlayamadığım şey çoktu. olayları kavramaya başladıkça da arttı. 2-3 ayda bir niye kurultay topluyorlardı? ne değişiyordu ki böyle kısa zamanlarda? niye bu kadar ısrarcıydı bu deniz amca? bu kadar uğraştıktan sonra eskaza genel başkan seçilirse hayatının anlamı kaybolmayacak mıydı?

yıllar geçti. yavaştan aklım olayın her boyuna basar oldu. doksanların başına geldik. shp 8-10 kurultay toplamıştı o zamanlara kadar deniz baykal-erdal inönü yarışına sahne olan. plastip show'un bir bölümü deniz baykal konusunda bakış açıma son ve nihai şeklini verdi.

ilgili bölümde parti liderleri bir açıkoturumdalar. sekreter olmasına karşı deniz amca'yı da çağırmışlar. erdal inönü ne dese arkasından deniz amca "erdal beey, erdal beey... türk sosyal demokrasisinin yeni bir kana ihtiyacı var. kurultay istiyorum, kurultay. sekinci kurultayı istiyorum" bir ara reklama giriyordu açıkoturum reklamlarda da deniz amca elinde mandallarla fırlıyordu. "şimdi reklam...(mandalları fırlatarak) erdal beey, erdal beeey... türk sosyal demokrasisinin yeni bir kana ihtiyacı var. kurultay istiyorum, kurultay. sekinci kurultayı istiyorum"

yıllar geçti. atatürk'ün chp'si tekrar açıldı. deniz baykal sekreterlikten bıkmıştı artık. gitti ona genel başkan oldu. sonra shp ile chp birleşti. ve bir anda deniz baykal birleşik partinin genel başkanı oldu. bu olaydan sanırım 10 yıla yakın bir süre geçti bu güne.

shp'de erdal inönüyle yıllar süren bir kurultay mücadelesine girmesine karşın bu sürenin büyük bölümünde (belki hepsinde, hatırlamıyorum) baykal genel sekreter olarak kaldı. erdal inönü lider özellikleri taşıyan biri değildi belki ama akılcı bir insandı. baykal'ın arkasına kitlelerin desteğini alabilirse başarılı olabileceğini düşünüyordu belki, asla onu tasfiye etmeye, partiden kopartmaya çalışmadı.

baykal ise sürekli parti içinde önemli görevlere kendine yakın insanları yerleştirmeye, parti tüzüğünde kendi gücünü arttırmaya yönelik düzenlemeler yapmaya çalıştı. chp yeni açıldığında genel başkan olduktan sonra chp'de kendine muhalif tüm isimleri temizledi. chp-shp birleşmesinden sonra da giderek chp içinde kendi örgütlenmesini yaydı. birleşik chp'nin genel başkanı olduktan sonra da muhalifleri temizlemeye devam etti. deniz baykal'ın çirkin siyasetinden sadece sarıgül gibi aynı frekansta insanlar sıyrılıp seslerini duyurabildiler. bu siyasi methodolojisiyle baykal türk siyasetine hizipçilik kavramını kazandırdı.

deniz baykal sadece bunlar demek değildir tabi. bir siyasi görüşü vardır. türkiye için doğru bulduğu şeyler vardır. ama çok büyük bir güç hırsı vardır kendisinin ayrıca. ve bu güç hırsının etkisi altındayken diğer herşey önemsiz hale gelmektedir. ve ben kendi adıma deniz baykal'a bakınca yıllardır bu hırstan başka bir şey göremiyorum. kendisi ise malesef kendisine yakın isimlerin desteğini halkın desteği sanıp doğru bildiği şekilde devam etmektedir. fakat bence deniz baykal'ın liderlik özelliklerine verilen oy chp'ye verilen oyun çok cüzzi bir miktarıdır. malesef deniz baykal bunu görememektedir.

Bunun üstünden de bir 5 yıl geçmiş. Hala değişen bir şey yok. Deniz Baykal istifa etmiş ve medyada birden bire Deniz Baykal'ın nasıl bulunmaz hint kumaşı olduğu bas bas bağrılıyor.

Türkiye alışıktır bunlara. Bu ülke öldükten sonra Turgut Özal'ın nasıl bir değer olduğunu, İhsan Doğramacı'nın nasıl önemli bir bilim insanı olduğunu da bağırmıştı. Deniz Baykal şanslı, ölmesine gerek kalmadı en azından.

Türkiye'nin şu anda durumu nedir diye bir yazıp çizsek çok uzun tefrikalar çıkmaz. Çok basit bir resim çıkar: Tük siyaseti Allah, Peygamber peşindeki tarikat bağlantılı muhafazakar görüşler ile Atatürk, Laiklik peşindeki ordu bağlantılı muhafazakar görüşler arasında ikiye bölünmüş bir mücadele alanıdır. Baykal'ın CHP'si (CHP kendinin olamıyor ya bir tek, ya Baykal'ın ya da Atatürk'ün olmak zorunda) bu bölünmüşlükte bir taraf. 

Bu bölünmüşlükte Atatürkçü ve laik kesmin kendini devletin kuruluş sürecindeki rollerinden dolayı baştan 1-0 galip ilan etmişlikleri var. "Cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilir" anayasa maddesini kendi istemedikleri adayın seçileceği anlaşılınca "Yok öyle bize danışacaksınız" diyerek yeniden yorumlayan bir hukuk ve demokrasi anlayışı bunların en faziletli, en çok destek toplayan işleri. Tüm bunlar üstüne cumhuriyet mitinglerini ve arkasından gelen ağır seçim yenilgisini ise büyük bir zafer gibi göstermeyi bile başardılar nerdeyse.

Tüm bunların ötesinde Türkiye'de "dinci, laiklik karşıtı, irticacı" diye aşağılanan hükümet CHP'nin ömrü boyunca hayal bile edemeyeceği yenilikçi işler yapmıştır. Sigara yasağı gibi, demokratikleşme paketi gibi. Bu işlerin ne kadar doğru ne kadar yanlış ne kadar içi dolu ne kadar içi boş olduğu tartışılıyor hala. Ama en azından ortada elle tutulur şeyler vardır.

Buna karşı CHP'nin bir iş yapmışlığı olmadığı gibi (pardon ama muhalefetteydiler değil mi) herhangi bir planı da yoktur. Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp da CHP'nin güneydoğu raporunun güneydoğudaki problemler için en önemli çözüm önerisi olduğunu söylemektedir. Hangi raporu kastettiği belli olmasa da bu raporların en yenisi 11 sene önce, neyseyse Apo yakalanmadan önce yazılmıştır. CHP'nin sorunlara çözüm üretme konusundaki anlayışı budur.

Türkiye'de siyasi resim nedir dersek budur. CHP konusunda bir kelime fazla bir şey bile söyleyemeyiz. Türkiye'de siyasi arena az gelişmiş bir ülkenin siyasi arenası olmanın tüm özelliklerini göstermektedir. Ortada bir iş yoktur. Kimsenin hiç bir konuda bir çözüm önerisi planı yoktur. Ortada metalaştırılmış şeyler vardır, herkes de kendi metasının en önemli meta olması derdindedir. Toplumun bir kesimi kafayı ne helal ne haram buna takmış; öbür kesim de Atatürk buna evet mi derdi hayır mı derdi mevzuuna takılmış kalmış. Hiç de bir farkları yok birbirlerinden biri 80 sene öncede çakılı kalmış, öbürsü 1500 sene. Bugünün problemlerine çare bulamadıktan sonra, insanların neye ihtiyacı var bunu anlamaya ya da çözmeye çalışamadıktan sonra ne fark var ikisi arasında?

Pratikte faydası 0 (yazıyla sıfır) Tüm bunlara ek olarak CHP bu ülkenin içine şuursuzluk sinmesinin baş sebebi. Bunu görmek için bakın bir CHP'nin arkasında kimler var. Kim oy veriyor CHP'ye?

Birinci grup, sol görüşlü sayılabilecek grup. Bu grubun kafasında ya CHP'nin sol parti olduğu gibi bir ilüzyon var 70'lerden kalan, ya da bir sol parti yapısına en yakın mainstream parti olarak CHP'yi görüyorlar. Türkiye'de sol görüşe uygun bir şeyler olacaksa bunun CHP tarafından yapılacağını savunup duruyorlar. Bu grubun içine Atatürkçülüğün solculuk demek olduğunu sananları katmıyorum. Bu grup olsa olsa solcu özentisi olur zira.

Bu grup belki de CHP'ye oy verenler arasında en iyi niyetli, demokrasinin gereğinin bu olduğunu düşünen kitle. Ama ne oluyor. Oy verdikleri parti yıllardır sol görüşe uygun ne yapmış? AKP ile CHP karşılaştırılınca hangisi daha sol sizce? CHP AKP kadar bile sol olmayı başaramadı son 20 yılda. Kendinizi kandırmayın artık...

İkinci grup, toplumumuzdaki burjuvalar. Ama yeni 1990-2000 model İslami burjuva değil bunlar. Beyaz Türkler yani. Aslında tam anlamıyla Türkiye'nin burjuva kesimini oluşturan, 80 öncesine kadar devlete, kültüre, sanata, yaşama hakim olan, hatta bazılarının iyice azıtıp Türkiye'nin olmayan aristokrat kesimi olmaya soyundukları kitle. Dillerinden Atatürk'ü düşürmeyen, laikliğin ne kadar önemli olduğunu size saatlerce anlatabilecek, hayatta fark yaratacak bir şeyler yapmak için bilmemne derneğine para yatırıp kendi burjuva ahlaklarını pohpohlamaları ile övünen insanlar topluluğu.

Bu grup da CHP'ye oy verenler arasında en kötü niyetli grup. Demokrasi, özgürlük, eşitlik diye şeylerin anlamını bilmezler. Atatürkçülük, laiklik, inkılapçılık neye yarar ondan haberleri yoktur. Atatürk'ün yaptığı şey en doğrusudur mantığı içerisinde herşeyi size kanıtlayabilirler. Ama aslında tek önemli şey vardır onlar için muhafazakar yaşam tarzı kendi liberal ve burjuva alışkanlıklarını tehdit edecek mi? Bu grup CHP'nin yüzkarasıdır. Türkiye'de her türlü değerin yozlaşmasında muhafazakar odaklara müsamma gösterilmesi kadar bu ikiyüzlü kitlelerin de cumhuriyet savunucusu olmasının büyük payı vardır. Yükselen muhafazakarlığın karşısına burjuvazi ve burjuva ahlakını yani çürüyeli 100 yıl geçmiş bir sistemi koyarak Türkiyeye en büyük haksızlığı yapmaktadırlar.

Üçüncü grup, 80 öncesi sosyal yapıda köylü tabakasını oluşturan, bugünkü sosyal yapıda da ortadirek adı verilebilecek kitlenin bir kısmıdır. Bu kitle ne burjuvadır, ne kafayı Atatürk ile bozmuştur, ne de devrimci sayılabilirler. Daha özgürlükçüdürler. Sol görüşün goministlik olduğu dışında bir şey bilmezler fazla. Bilmeye çok da ihtiyaçları yoktur, Basit düşünürler zira. Bu hesapları yapmazlar. Kendi hayatlarında ve toplum hayatında olan değişiklikler oylarına yön verir. Daha önce muhafazar bir partiye oy vermiş de olabilirler. İlerde AKP'ye de oy verebilirler.

Bu grupda olup da CHP'ye oy veren insan sayısı da son 20 yılda iyice azalmıştır. 23 Temmuz 2007 gününde herkes çözmeye çalışıyordu nasıl olur da 2 kişiden biri AKP'ye oy verir. Oysa cumhuriyet mitingleri olmuştu, olsa halk sokağa dökülmüştü. Ama AKP'yi %50'ye çıkartan kimsenin adamdan saymadığı bu gruptu. Kendi hayatları için doğru kararı verdiler, muhafazakar söylemlerine tam katılmasalar bile, art niyetli olduklarından şüphelenseler bile AKP'ye oy verdiler. Çünkü göstermelik de olsa bir demokrasi anlayışı, bir şeyler üretme isteği vardı AKP de.

Şimdi geldik bu güne. Deniz Baykal yerlere göklere sığdırılamıyor. Geri dön diye ağlıyormuş tüm parti teşkilatı. "2 sene sonra kesin cumhurbaşkanı olur" diyenler de var. Vay be neymiş bu Baykal. 20 yıldır bu partinin genel başkanı. Ama herhalde bu tablo başkasının eseri.

CHP'li değilim. CHP'ye oy verdim geçmişimde. Birinci gruba girerim yukardaki gruplardan oy verirken kafamdakilerle. Sonra da tövbe ettim bir daha oy vermemeye. Sonra sonra da 2007 de olan bitenler nefret etmemi sağladı CHP'den. Ama bir gerçek var CHP Türkiye'nin önemli bir parçası.

Fakat bu önemli parça olma misyonunu yukarda resmini çektiğim şekilde yerine getiriyor CHP 20 yıldır. Daha gerisi de var bunun ama onlara girmek "senin baban da benim dayıma küfretmiş 50 sene önce" demek gibi birşey olur, gereksiz.

CHP'liler kendilerine bir sorsunlar lütfen hazır Baykal göstermelik de olsa koltuğu terk etmişken. Artık değişim istemiyor musunuz? Nedir CHP'nin yeri gerçekte? Ne olmak istiyor? Deniz Baykal geri gelip o koltuğa oturunca mutlu mu olacaksınız?

Evet Deniz Baykal gelip tekrar o koltuğa oturmak isteyecek, bundan kimsenin şüphesi olmasın. Belki yarın, belki altı ay sonra, bir yıla kalmaz ama... O zaman CHP "Peki buyrun" diyecek ve aynı "hiçbirşey" olmaya devam mı edecek?

Bu Türkiye için önemli bir an. CHP yıllardır koca bir "hiçbirşey". Ama herkes o kadar meşgul ki laiklik ile Atatürk ile din ile. Bu konularda bir duruşa sahip olmak yetiyor bir şey olabilmek için. Ama insanlara yapay problemler verip kavga ettirip bir kısmının gözünde değerli olsanız bile Türkiye'ye zarar vermek tek yaptığınız.

Bütün bu olup biteni yıllardır "CHP iyi de Baykal yüzünden böyle" diye savundu tüm CHP'liler. Hadi buyrun işte firsat! Baykal mı geri gelir, yoksa partideki Önder Sav benzeri Baykal'a özenen şuursuzlardan biri mi, ya da başka biri mi çok önemli değil. Ama CHP değişecek mi? En azından bu toz bulutu içerisinde biraz da olsa yitip gittiğini görebilecek mi?

Bunu yapamazsa, bu toz bulutundan, bu istifadan sonra yine aynı parti aynı yavanlıkla, aynı boş kafalılıkla karşımıza çıkarsa da artık halkın bir şeyleri görüp CHP'den ne köy ne kasaba olmayacağını anlayacağını umut ediyorum. O zaman da gerçekten alternatif bir siyasal hareket ortaya çıkıp Türkiye siyasetindeki kaliteyi belki biraz yükseltir.

6 Mayıs 2010

The Tudors


Catherine of Aragon


Anne Boleyn


Jane Seymour


Anne of Cleves


Catherine Howard


Catherine Parr


His Majesty, Henry the Eighth, by the Grace of God, King of England, France and Ireland, Defender of the Faith and the Church of England and also of Ireland in Earth Supreme Head

The Tudors Final

13 Haziran 2010

24


Jack Bauer: God forgive me. (shoots Ryan Chapelle)


24 Final - Day 8: 2:00pm-3:00pm/Day 8: 3:00pm-4:00pm

24 Mayıs 2010

Lost


Claire: Where are you going?
"Locke": To finish what I started.


Lost Final - The End Pt.1 & 2

23 Mayıs 2010