6 Aralık 2009

Sinemasal Anlam ve Beğeni

Soru: Bir filmi güzel yapan nedir?

Biraz zor bir soru sormuşum sanırım. Cevabını kendim bile anca 3 ayda verebilecek hale geldim. (Edit: 5 ay diyelim isterseniz)

Soruyu sormamdaki çıkış noktam Quentin Tarantino'nun Inglourious Basterds filmi ve bu filmin aldığı olumlu eleştiriler. Tarantino filmi "Başyapıtım" olarak nitelendirdi. Bir çok insan da katıldı buna.


Ben katılamadım. Sebebi filmi beğenmemem değil, tam tersi çok beğendim. Ama Tarantino benim kişisel sinema maceramda çok önemli bir figür. Yaşadığı döneme gerçekten ait olan en önemli sinemacılardan biri Tarantino. Kökleri geçmişte evet ama bu yaşadığımız dönemin, doksanların, ikibinlerin en önemli özelliği de köklerin geçmişte aranması ve bulunması.

Bu bakış ısıyla Tarantino filmi "Başyapıtım" diye sununca iki itirazım oldu. Birincisi "Daha iyisini yaptın!", ikincisi de "Daha iyisini yapacaksın!".

Tabi bu kişisel bir bakış ısı. Benzer bir bakış ısıyla Grindhouse rezaleti için dezmıştım Tarantino'ya. İşin komiğizmamın temel sebebi Tarantino'nun kendi için kişisel önem taşıyan ama bana inanılmaz uzak olan bir kaynağı sinemaya aktarmasıydı. Jackie Brown'da da aynı duyguları hissetmiştim bu kadar yoğun olmasa da.

Sanırım kendi sinema maceram ile Tarantino'nun sinema macerası paralel gittiği için ister istemez onun bana uymasını bekliyorum. Tabi ustanın görevi beni mest edecek filmleri arka arkaya üretmek değil.

İnsan bunun üzerine düşünmeye başlayınca kendi sinema serüvenini ve yer eden filmleri de bir bir hatırlıyor dün gibi.

Who Framed Rogger Rabbit? sinema diyince ilk aklıma gelen resim. Ufak bir çoçuğun tam da yapması gerektiği gibi annemi sürükleyerek götürdüğüm ilk film olur kendisi. O zaman günümüzdeki gibi çok salonlu sinema kompleksleri de yoktu. Anneler babalar çocuklarını bir salonarakıp kendileri başka bir salonda biraz daha makul bir film seyredemiyorlardı da. Annem de benle seyretmek zorunda kalmıştı. Beğenmiş miydi hatırlamıyorum, çünkü ben beğenmiş miydim onu da hatırlamıyorum. Sadece renkli bir dünya, çizgi film kahramanları, animasyonlar, çılgınlıklar küçük bir çocuğu eğlendirmişti.

O zamanlar başta sorulan soruya vereceğim cevap da buydu. Eğlence. Bir filmi güzel yapan eğlenceli olmasıydı, benim hayal alemime katkıda bulunabilmesiydi.

Küçük bir çocuk olarak daha iyisini yapmam zordu herhalde. Aslında edebiyata, hikaye anlatma sanatına daha o zamanlar hayrandım. Ama galiba tam anlamıyla takdir edemeyerek sürdürülen bir hayranlıktı bu. Çünkü sinema konusunda benzer bir yola girememiştim.

Küçüklüğümün televizyon ve zaman zaman annemi sürüklemek suretiyle görülen sinema filmleri arasında en aklımda kalanlar Teenage Mutant Ninja Turtles; İyi, Kötü, Çirkin ve o zamanlar adını ve ne olduğunu bilmediğim Yul Brynar'ın oynadığı bir kovboy filmi. Daha sonra filmin Yojimbo'nun yeniden çevrimi olan The Magnificent Seven olduğunu öğrenecektim.

Yani çizgifilmler dışında biraz da kovboy filmler ilgimi çekmişti o yıllarda. Yıllar sonra İyi,Kötü, Çirkin'i orjinal dublajıyla bir daha seyrettiğimde o küçük yaşımda nasıl sevdiğimi anlayamayacaktım pek. Ama sanırım bu kovboy filmleri merakı da aslında kovboy filmlerinin de çizgi roman-macera-çocuk filmleri gibi bir kaynaktan beslenmesinin etkisiyle oluşmuştu. Aynı yaş döneminde İtalyan çizgi roman sanayinin Türkiye'de hayranlıkla takip edilen eseri Zagor'a da deliler gibi hayran olmam herhalde tesadüf değildi.

80'lerde Richard Donner'ın Superman filmi süper kahraman türünü harekete geçirdi. Superman'e birebir yetişecek kadar yaşım olmasa da Tim Burton'ın Batman'ine birebir yetişebildim. Özel televizyon çağının başlangıcı olan 90'ların başında sinemalardansa süre sonra Batman'i televizyonda izleme şansına kavuşmuştum ve hemen arkasından Batman Returnssinemada seyretmiştim.

Bu filmlerin ortak yönü Tim Burton eli değdiğinden birer çocuk filmi gibi dursalar da aslında daha farklı bir kulvarda, büyüklere de yönelik bir fantazi dünyasının yapısını inşa eden filmler kulvarında olmalarıydı. Tim Burton Batman serisiyle ilk defa adını öğrendiğim ve takip etmeye çalıştığım bir yönetmen olmuştu.

Sanırım o zamanlar hala soruya cevabım aynıydı ama iyi bir hikaye ve kötü bir hikaye ayrımını yapmaya başlayabilmiştim. Batman'in en güçlü yanı Batman 'in ana hikayesi denilebilecek anne ve babasını öldüren adamdan intikam alışı hikayesinillar sonra geldiği son halini temel alarak anlatmasıydı. İyi ve arkası dolu bir hikaye zaten bir filmi belirli bir seviyenin üzerine çıkartıyordu. Tabi o seviyenin üstü hala benim için filmin sunduğu eğlenceden ibaretti.

Çocukluktan çıkmaya başladığım 90'lı yıllarda başka türleri de yavaş yavaş keşfetmeye başladım. Bir ilkbahar cumartesi öğlenini sinemada geçirdiğimi hatırlarım. O zamanlar toy bir genç olan Keanu Reeves'in başrolünü oynadığı Speed filminden çıktığımda sanki oradan oraya ben koşturmuş gibi terden sırılsıklamdım. Aksiyon sineması ile tanışmam da o zaman denk geldi.

Aslında bu tanışmanın o zaman olması tesadüfi değildi. O dönem hem Hollywood, hem dünya sineması, hem Türk sineması, hem de benim için bir geçiş dönemiydi. Bunları uzun uzadıya anlatmak hem gereksiz hem de başka bir mevzuya geçmek olacak. Ama basitçe film endüstrisi dünyanın her yerinde farklılaşma arayışındaydı. 80'ler 90'lar arasındaki farktı belki tüm bunları ateşleyen. Benim içinse çocukluk ve gençlik arasındaki farktı bu.

Aksiyon sineması bu başkalaşma çabasına Hollywood'un cevabıydı. 90'lardan 2000'lere gelinirken Hollywood büyük bir büyüme sürecine girecekti (Bu büyümenin yarısını zaten James Cameron tek başınartlamıştır herhalde) Aksiyon filmleri de bu trendin bir göstergesiydi. Seyirciye hareket, heyecan ve adrenalin etkisi yaşatmak. Sonuçta sinema bir şovdu, ben de çok sevmeye başlamıştım bu şovu.

90'lar benim için özellikle aksiyon filmlerinden oluşan bir ız tadı edinme çağı oldu. Bununla birlikte bir değişim daha yaşadım, sinema hakkında okumaya başladım. Aslında galiba bu seyrettiğim herhangi bir filmden daha çok etki yapmış olabilir sinema denilen şeyden çıkarttığım anlamda ve aldığım keyifte. Bir sanatı takdir etmek ile üzerinde kafa yormak arasındaki çizgiyi herhalde o zamanlar geçtim, aslında bilmeden.

Tabi bu bir döngüydü. Okudukça yeni şeyler öğrenip beğenim şekilleniyordu, beğenim şekillendikçe okuduğum şeylerden çıkarttığım anlam farklılaşıyordu. Murathan Mungan'ın Yaz Sinemaları'okumama daha bir 3-4 sene vardı. Ama oradaki anlamı biraz biraz yakalamaya başlamıştım bile. Benimkisi belki de her gencn yaşadığı bir varolma hikayesi içerisine sinemanın yedirilmesiydi. Aslında sinema kendi başına bir yol izlememişti benim hayatımda. Sadece benim hayatım ile kesişmiş ve eşlik etmişti.

Doksanların ortalarında değişimin her şekli iyiden iyiye hissedilmeye başladı. Türkiye'de dağıtıcı firmalar daha cesur, daha iddialı bir şekilde sinemayı bir zaman öldürme aracı olarak değil bir rüya alemi olarak ileri sürmeye başladılar. Türk sineması bile 80'lerde ve 90'ların ilk yarısında yaşadığı düşüşten ilk çıkış sinyallerini verdi. Dünya sineması zaten ayrı denizlere yelken açmıştı. Sundance her geçen yıl biraz daha büyük bir olay oluyordu, Cannes'ı bile nerdeyse geriderakmak üzereydi. Dünya sinemasından değişik örneklerin festivallerde ödüller almasına dair haberler giderek artıyordu. Şablon sinemacılığı belki hala devam ediyordu bu işin endüstriyel hale geldiği yerlerde ama değişik şablonların artık piyasada olduğu kesindi.

Bu değişimin benim sinama hikayeme yansımasının ilk adımı belki de Se7en'dır. Pitt,Freeman ve Paltrow'lu kadronun yeraldığı filmin karanlık öğeler barındırmasını, tuhaf ve şaşırtıcı olmasını bekliyordum ama film beklemediğim şeyler de vermişti.

Eğlence, neşe, kahka, heyecan ve hareket vadeden filmler seyretmeye alışmış bünyem Se7en ile bir değişime uğradı. Çünkü bu film bunların hiçbirini vermek için yapılmamıştı. Bir hikaye anlatıyordu ve bu hikayenin etrafında mesajlar, göndermeler ile doldurulmuş bir katman vardı. Bu katmanı ister tamamen es geçebiliyordunuz, isterseniz de üzerinde düşünüp, kendinizi yoklayıp filme katılabiliyordunuz.

Herhalde Se7en ile sinemaya niçin sanat denildiğini yavaş yavaş anlamaya başladım. Sevdim de bu işi. 96 yazı, 97 yazı... Sinema ile dolu geçen günlerdi benim için.

Nerdeyse her bulduğum şeyi seyretmeye, daha çok okumaya başladım. İlk defa Internet girdi hayatımıza, imdb diye bir siteyi ilk defa keşfettim. İnanılmaz bir tecrübeydi. Bildiğim tüm filmler ile ilgili her şey vardı. Dublörlerin soyadlarından filmi çekerken nasıl acayip olaylar yaşadıklarına kadar.

Sanırım bu dönemde izlediğim tüm filmler bende çok derin etkilerraktı. Ama bazılarını daha kesinlikle bu kategoriye sokabilirim. Yavuz Turgul'un Eşkıya'sı bunların ilkiydi. Eşkiya'nın en önemli sihri sinema sanatının tüm kurallardan kalıplardan bağımsız olarak bizim bildiğimiz bir doğada da canlanabileceği fikrini kafama sokmasıydı.

80'ler ve 90'ların başında Türk sinemasının halini bilmeyenler için belki Eşkıya çok da bir şey vaadetmeyen orta karar bir Türk filmi olarak görünecektir. Ama Uğur Yücel'in, Yeşim Salkım ve Özkan Uğur'un oynadığı sahnede kapıya attığı tekme aslında bir çok kapıyı açtı. Türk sinaması için açtığı kapıların yanında benim için de farklı boyutlarda düşünmeyi bana gösterdiği için Eşkıya'nın yeri hep farklıdır.

Eşkıya'nın başarısının zaten neleri getirdiğini bugün herkes biliyor görüyor. O zaman bu filmin neden böyle önemli olduğunu görmüş ve hissetmiş olmak, filmden çıktığımda bir gün bu satırları yazacağımdan emin olmak sinema yolculuğumdaki kesinlikle en önemli anlardan biriydi.

Eşkıya dünyayı baştan keşfetmemişti. Yavuz Turgul tecrübeli, bu işellarını vererek bu noktaya gelmişti. Ama sonunda keşfettiği dünya bambaşka bir dünya olmuştu benim için, Türk sineması için.

Bu başka ülke sinemaları için de aynı şeyleri yaşayıp yaşayamayacağımı ilk merak ettiğim zamanlardı. Avrupa filmlerini de seyretmeye başladım. Theodorus Angelopoulos aynı şeyi Balkanlar için yapıyordu To Vlemma Tou Odyssea ile. Balkanlar komünist parçalanmadan çıkmış, Yugoslavya savaşının dehşeti ile sarsılmıştı o günlerde. Filmde de kendini arayan aslında Balkanlardı sadece.

Hikaye bazı yönleriyle yabancı, bazı yönleriyle çok tanıdıktı. Yoğun bir sinema nasıl olur onu gösterdi bana Angelopoulos'un filmi. Özelliklellar sonra filmi kafamda tekrar tekrar tarttığımda bana anlamsal olarak bir çok ipucu verdiğini ve beğenmek ile beğenmemek arasındaki çizgiyi benim için çok netleştirdiğini gördüm. Bir filmin içerisinden neleri sevip neleri sevemediğimi çıkartmaya başlamıştım. Kendimi yönetmenin de yerine koyabiliyordum, senaristin de.

Daha sonra 96 senesinde hikayenin başındaki şahsiyet Tarantino, tam da hikayenin başında belirttiğim şekilde hayatıma girdi. Pulp Fiction 94 yapımıydı, 95 de Cannes'de özel ödül almıştı. Tabi medyada daha çok öldü sanılan John Travolta'nın yaşadığını bize göstermesiyle ve malum dans figürüyle meşhur olmuştu. Filmi bir tekrar gösterimde Kavaklıdere Sinemasında izledim. Yazdı. Bir çok şeydi film benim için. O kadar çok şeydi ki bu resimllarca odamın duvarında kaldı:

Tarantino daha önce görülmemiş bilinmemiş bir şey yapmamıştı aslında. Tabi benim için farklıydı bir çok şey filmdeki. Butch'un hikayesini seyredip bitirmemizden sonra üçüncü bölümün Jackson'ın sesinden "And I will strike down upon thee..." diye başlaması adeta sinema dünyasında büyülü bir yolculuğa çıkartmıştı beni.

Tarantino'nun anlattığı hikaye tam anlamıyla postmodern bir pulp fikayeydi. Kurgu zaten başyapıttı. Bunun dışında filmin her karesinden bal damlıyordu nerdeyse. Bir dünya kurmuştu Tarantino ve bu dünyayı bize yaşatmıştı.

Tarantino bir yandan hayran olunacak bir iş çıkartmıştı, öbür yandan da yaptığı şey basit bir hikayeyi alıp olabilecek en iyi işi çıkarmaktan ibaretti. Onun hakkında okudukça bu çok da şaşırtmamıştı beni. İhtiyacı olan herşey zaten bir zamanlar çalıştığı video dükkanında vardı. O da dünyayı baştan keşfetmemişti. Ama kendi baktığı gibi bakmamızı sağlayarak bize yeni bir dünya vermişti.

Büyük bir heyecanla Rezervuar Köpekleri'ni bulup seyrettim daha sonra. İşte bu dedim gecenin bir vakti. Her şey olması gerektiği gibiydi. Biraz daha ileri götürdüm işi True Romance, Natural Born Killers... Crimson Tide'da da onun parmağı olduğunu öğrenince "Biliyordum!" dedim.

On yıldan fazla zaman geçti o günden bu güne. Sinema zevkim, sinemadan çıkarttığım anlam ama galiba o dönem ne aldıysam onunla şekillendi. Tarantino'ya aslan payını vermek çok da yanlış değil bu süreçte. Bir de Bryan Singer'a The Usual Suspects'i yaptığı için teşekkür etmem lazım. O da bu değişimde en az Tarantino kadar etkiliydi.

Bu filmlerin bana öğrettiği çok temel iki şey vardı. Birincisi sinema bir hikaye anlatma aracıdır. Oynattığınız oyuncular bir filmi bir yerlere götürür, yarattığını görsellik bir filmi bir yerlere götürür. Ama sonunda seyirci biraz farkındaysa sinema ne demek bir aktörü ya da bir görsel öğeyi görmeye değil hikayeyi görmeye geliyordur salona.

İkincisi ise sinema bir hikaye anlatma sanatıdır. Hikaye orada olabilir, bu işin yarısıdır. Fakat hikayeyi iyi anlatmak hiç bir formülü olmayan bir sanattır. Seyirciye verecekleriniz, vermeyecekleriniz, gösterecekleriniz, göstermeyecekleriniz. Hepsi herşeyi değiştirir. Filmler mozaik gibidir. Her parça hikayeyi bir noktaya taşır. Filmin ne kadar başarılı olduğu ise mozaiğin bütünlüğüne ve parçaların tek tek kalitesine de bağlıdır.

O günlerden bu günlere sinema beğenimdeki belki de tek ciddi değişiklik artık filmlere daha az ön yargıyla bakmam. Atilla Dorsay'ın filmleri vaadedikleriyle yargılama teorisine yıllarca karşı çıktım. Üniversite'de film dersi alıp seyredilebilecek en sanatsal filmleri de gördüm. Aynı zamanda şanslı bir çağın seyircisiydim. Star Wars Prequel, Matrix, X-Men, Lord of the Rings efsanelerini birebir sinemada seyrettim. Bunun sonunda da iki dünya olduğunu ve iki dünyanın da gerekli olduğunu kabul ettim sanırım.

Filmleri vaadettikleriyle yargılamak bir zorunluluktu. Bir Peter Greenaway filminden doğallık beklemek, bir Roland Emerich filminde karakter profilleri görmeye çalışmak, bir Coen kardeşler filminde kahkahalar ummak çoğu zaman filme haksızlık etmekti. Tabi insan elitist bir beğeniye sıkışıp sadece bu beğeniye hitap eden filmlerle de haşır neşir olabilir. Galiba her sinemasever sinemaya belirli bir miktardan çok ilgi gösterirse hayatının bir döneminde bu entel bakış açısını taşımakta.

Ama sonuçta sanat insana dolu bir şeyler vermek üzerine kurulu. Da Vinci ile Warhol arasındaki en önemli benzerlik de bu. İnsan bu iki sanatçının eserlerinde de kendinden bir şeyler koyması gereken bir içerik bombardımanı buluyor. Sanatsal beğeni de sanatseverin bu boş yerleri nasıl doldurduğuna kalıyor. Sinemanın da farklı olması için bir sebep yok.

Tarantino konusuna geri dönersek aslında söylenecek herşeyi söyledim satır aralarında. Tarantino Pulp Fiction'dan sonra Jackie Brown'ı yaptığı zaman anlamaz gözlerle baktım. Kill Bill'in önünde eğilmemek mümkün değildi. Yine yapacağını yapmıştı. Grindhouse'u seyretmeyi hala reddediyorum.

Ama sonuçta bu beğeni ve anlam meselesi Tarantino ve benim onun sanatında boş bıraktığı yerleri doldurmam etrafında dönüyor. Pulp Fiction bu açıdan benim duygusal olarak da, kendi sinema maceram açısından da en çok bağlandığım, belki en çok sahiplendiğim film oldu. Jackie Brown ile (ilk başta olmasa da Inglourious Basterds ile birlikte değerlendirdiğim zaman) anladım ki Tarantino kökleri o video dükkanına giden kültürlerden besleniyor ve alacağınız tad o kültür damarlarına ne kadar yakın olduğunuza bağlı. Kill Bill ile o damara yakınlaştık. Inglourious Basterds ise belki de bu yüzden başyapıt mertebesine yükselemedi gözümde.

Tarantino'nun başyapıtı diyince bunun bir türü yeniden tanımlayan ve karmaşık bir deneme olması gerektiğine inandığım kesin. Kill Bill bunu sadece iki film olmasıyla kaçırıyordu. Pulp Fiction onikiden vurmuştu hedefi. Rezervuar Köpekleri, Jackie Brown ve Grindhouse ise birer deneme olarak başlayıp farklı yerlere giden işlerdi.

Bu açıdan Basterds deneme olarak başlıyor, biraz daha ileri gidiyor, ama bir noktada düğümlenip kalıyor. Bilemiyorum, bu biraz çok güzel bir yemeğin "Ya şusu eksik" olması durumuna benziyor. Ama Tarantino'nun daha iyisini yapabileceği benim için kesin.

Aslında burada kişisel bir macerayı anlatabildim sadece film hakkında pek bir şey söyleyemedim. Bitiriken şu filmlere ve yönetmenlerine de saygı duymak gerek galiba.

Wes Craven - Scream
Stanley Kubrick - Eyes Wide Shut
Clint Eastwood - The Unforgiven, Million Dolar Baby
Akira Kurosawa - Ran
Coen Kardeşler - Blood Simple
Pixar - Dreamwork Animasyonları, özellikle Toy Story, Shrek, Ant-Z ve Ice Age
Peter Weir - Truman Show
Yılmaz Erdoğan - Vizontele
Zhang Yimou - Hero
Peter Greenaway - The Cook, The Thief, His Wife, Her Lover
Orson Wells - Citizen Kane
Steven Spielberg - Amistad, Saving Private Ryan, Munich
Alejandro Gonzalez Inarritu - Amores Perros
Christopher Nolan - Memento
Luc Besson - Leon
Sem Mendes -American Beauty
Robert Zemeckis - Back to the Future Serisi
Frank Miller - Sin City
Robert Rodrigues - From Dusk Till Dawn, Sin City
Woody Allen - Annie Hall, Deconstructing Harry
Guy Ritchie - Snatch
Danny Boyle - Trainspotting
Brian De Palma - Scarface, Carlitto's Way
Gore Vebinski - Pirates of the Caribbean : The Curse of the Black Pearl
Terry Gilliam - 12 Monkeys
Kevin Costner - Dances With Wolves, Waterworld
ve diğer unuttuklarım.