21 Eylül 2011

Shuffle II


II.

Müziğe gitti aklı biraz. IPod'un küçük ekranında Sertab'ın komik saç modelini görünce başka bir dünyaya gidiyordu her seferinde. Derin bir nefes aldı. Daldı yine geçmişe.

B.'nin bir ay sonra evine geldiği o gece geldi aklına. Her bu şarkı çalışında oraya giderdi aklı, ve kalbi... O geleceğini söyleyince koşa koşa eve gidişini ve bir playlist yapışını an an hatırladı. Bu şarkıyı da koymuştu. "Bizim şarkımız olan her şarkıyı koymuştum" diye düşündü.

O nasıl başa çıkacağını bilmediği bir anıydı. Onun için de aynı başa çıkılmazlıktaydı, hep öyle derdi ya da. "Sonumuz nasıl olur bilmiyorum" demişti. Nasıl devam ettiği bilinmez bir aşkın nasıl biteceği daha da bilinmez olurdu her zaman. Hiç bir şey demek değildi belki de bu, belki de çok şey demekti.

Yine aklına aynı sorular geldi "Mutlu mu acaba... Sevince kalbim elbet acı duyardı ama bu acılar bizi aştı bizken. Şimdi acaba boşa mı çekmişiz bunları diyordu, yoksa özlüyor muydu acaba... Yaslandığı omuz onu istediği yere götürecek miydi, yoksa başka bir hayalin içine mi atlamıştı."

En fazla da kendiyle çelişiyordu. Merak etmek ve etmemek arasında gidip geliyordu. Kendine acımaya dönüşüyordu bu da bir an sonra. O evine geldiği gün ona "En kötüsünü gördük işte, seni seviyorum" demişti. O an inanmıştı bunun bir peri masalı olacağına. Şimdi inandığı çok bir şey yoktu. Yarın onu tekrar kollarına alabilse hayatının daha iyi olacağına inanmıyordu. Yağmur olup yağsa üzerine dertler olduğu yerde kalacaktı işte.

Yazı düşündü. Bir sene öncesini. Tatilden geldikleri haftayı. "Bir omuzum oldu sonunda hah hay başımı yasladım" dediği an gözünün önündeydi. Kışın soğuğunda tüm her şeyin kabahatini koparılan çiçeklere yüklemelerini düşünüp güldü. Kendini parçalarcasına ağladığı gecelerde "Ayrılık ve bizin aynı cümlede durmuyor" diye kendini avuttuğu anları düşündü.

Çok şey biriktirmişlerdi ama söylenecek tek şarkıydı bu. Mesele ne yaptığı, kiminle olduğu ya da onu sevip sevmediği değildi. Mesele onun olup olmadığıydı. Birlikteyken sadece birbirlerine sahip olduklarını başka bir dünyayı gördüklerini düşünürdü hep. Artık düşünemiyordu böyle. Artık tek kalan istenilenler ve istenilmeyenlerdi.

Onu son gördüğü an gözünün önünden gitmiyordu hiç. Defalarca birlikte bindikleri o arabayı görmüştü ilk önce. Her zamanki gibi gözleri onu görmek için bekliyormuşcasına kitlenmişti. Aylar boyunca o arabayı gördükten sonra müziği sonuna kadar açmış, ağzını yamultmuş B.'yi görmeye o kadar alışmıştı ki, arabayı onun sürmediğini, arabayı süren sevgilisinin omzuna başını koymuş yanında oturduğunu görünce bir yumruk inmişti boğazından. Susup önüne bakmıştı umuttan iyice koptuğu her an gibi.

"Mutludur inşallah" dedi içinden anca. Mağara adamından daha evrimleşmiş olduğunu sanmıyordu. Bir zamanlar sevdiği kadını başka birinin omzunda görünce içi keyif dolmayacaktı tabi ki. Dolacak mıydı belki de, emin olabilseydi kendinden keşke.

Fransızca bir anons geldi. Tren makas değiştirmeye başladı. Lyon Saint Exupery'e gelmişlerdi. Hareket edecek gücü var mıydı emin değildi. İki ay önceye kadar çok fazla aklına bile gelmeyen bu kadının tamamen başka bir dünyada, daha dünyevi şeyleri aklından geçirirken bir anda bir şarkıyla aklına düşmesini beklemiyordu.

Beklenmeyen şeylerdi zaten onunla ilgili olan her şey. Hayatının altı ayında onun damgası vardı. Yine de her hikayeleri beklenilmedikle ilgiliydi. Bu kadar mutlu olup birbirlerini seveceklerini bile beklemiyordu. Sevmişler miydi acaba? Bekliyor muydu ya da?

Hatırladı yine niçin ona arkasını döndüğünü. Çünkü arkasını dönebilmek istiyordu ona. Tüm ilişkileri boyunca ne zaman arkasını dönse ona kalbine bir hançeri saplanmış bulmuştu. "Onun için sen daha iyisini yapabildin mi ki?" diye düşündü. Bir cevabı yoktu buna. Bazen yaptığını düşünüyordu. Bazen R. için ona arkasını döndüğünü düşünüp kendini suçluyordu. Bazen de her şeyi pembe diziye dönüştürenin sadece bu suçluluk olduğunu söylüyordu kendine.

Ne olursa olsun, ona arkasını dönmek için değil arkasını dönebilmek için dönmüştü. Ama onun bunu anlayacağını düşünmemişti de zaten. Bu intihar onun intiharı olmuştu, sevgisinin ya da B.'nin değil.

Tren durdu ve kapılarını açtı. Trendeki küçük kalabalık yavaş yavaş çantalarını kapıya doğru sürüklemeye başladılar. Hiç inesi yoktu trenden. Uçağa kadar bir yarım saat bir saat daha böyle ileri geri gitse şikayet etmezdi. Platformdaki yolcular boşalan koltukları doldurmak için bekliyorlardı. Kalktı, o da bavulunu çekiştirmeye başladı. Platforma çıktı. Bir köşede durdu. Şapkasını taktı. Ayakları yürümeyi reddediyordu.

Bir intihar olmuştu son hikayeleri. Geri dönmeyi beklemiyordu ilk anda da bu anda da. Her şeyin aleyhine çalışması sadece işleri zorlaştırıyordu. İnsanın içindeki boşluk her zaman vakum etkisi yaratıyordu. Ve insan kendisini seven sevmeyen, değer veren vermeyen bir sürü kişiyi içine çekmeye çalışıyordu bu vakum etkisiyle. Tabi azı kalıcı oluyordu, daha da az o boşluğu dolduruyordu.

Platformun sonuna kadar yürüdü. Dönerek üst kata çıkan merdivenleri tırmandı, bir yandan da bavulunu çekiştirerek. Havalanının yan tarafındaki tren istasyonunun kapısına doğru yürüdü. Etrafta öğlen sıcağının altında yerlerde oturan salaş görünümlü ama güleç yüzlü gençler vardı "Kahrolasıca Interrailciler" diye düşündü içinden. Bir anda yaşlı dede yanı açığa çıkıp tüm düşüncelerini dağıtacak gibi oldu.

Ama aynı yere tekrar kilitlendi. Çok özlemişti onu. Ama bu özlemin onunla hiç alakası yoktu bir yandan da. Onunla birlikteyken olduğu insanı özlemişti, mutluluğu özlemişti. Onu görmek, onun başka bir hayat yaşadığını görmek, hatta onunla tanışmasını sağlayan Ç.'yi görmek bile onu olmasa da onsuz sahip olamadığı şeyleri özlemesine yol açıyordu.

"Sevgi ne kadar tuhaf bir şey ya. Bir belli değil benle mi onla mı alakalı. Benle alakalı olsa bir türlü, onla alakalı olsa bir türlü. İnsanın kendiyle, sevgiyle ve sevdiğiyle barışık olmasının bir yolu var mı acaba" diye geçirdi aklından.

Şarkı biterken son düşüncesi "Mutlu mudur ki" oldu.

7 Eylül 2011

Shuffle I

I.


Geri dönmek bir yandan heyecanlandırıyordu onu, bir yandan da içinde geri dönmesine ayak sürüyen tamamlanmamış bir şey vardı. "Hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orasıdır" lafı bunu mu kastediyordu acaba? Dönmek ve kalmak arasında bu derece az fark olması tedirginlikle dolu bir huzur veriyordu ona.

Lyon banliyölerinin içinden geçiyordu tren çok da hızlı olmayan bir tempoda. Anlayamamıştı bu kenti ve buna sinirleniyordu. "Yine de en azından geçen seferki gibi otelden çıkmadan oyun oynayarak ve uyuyarak geçirmedim zamanımı" diye düşündü. Giderek seyrekleşen evler, azalan insanlar şehrin bittiğini söylüyordu. Birazdan tarlalar başlayacak ve tren yolunun kenarlarının kafese benzetilebilecek kadar örtülmüş bir hale gelmesine kadar kısacık da olsa düzlükleri görebilecekti. En azından dört gün önce bu yolu havalanından şehir yönüne giderken tersten seyrettiği film buydu.

Her yolculuk sonunda başka şeylerle karışmış bir huzur kaplardı içini böyle. Yolculuk öncesi ters gidebileceğinden korktuğu, nasıl becereceğini bilmediği şeylerin düzgün gitmesi ve bir şekilde becerilmesinin huzuruydu bu. Her şeyden anlayıp -ya da anladığını düşünüp- bu kısacık yolculukları Odysseus'un maceraları kadar gözünde büyütmesinin komik olduğunu düşündü. Neredeyse bilet görevlisini çağıracak "Mösyö kondüktör, bu bileti tek başıma aldım! Hem de alırken kimseyle konuşmama gerek bile kalmadı! O kırmızı renkli makinlarla konuşarak aldım sadece." diyecekti. "En iyi onların dilinden anlıyorsun ya" diye düşünecekti görevli de. Kafasından nerd olduğu için acınacak durumda olduğu düşüncesini kovdu. "Keşke turist olsaydım" dedi alçak sesle.  

İlk geldiği gün aklına geldi. O gün de gezmeye gelmiş birinden çok bir şeyleri becermek için alışık olduğu çemberden çıkmış biri gibiydi. Konferansın nasıl bir şeye benzeyeceğini merak ediyordu, otelin yerini kolay bulmayı umuyordu, Fransızların meşhur "Fransızca dışında dil konuşmama" alışkanlığıyla muhattap olmam inşallah diye içinden geçiriyordu, isteyerek ya da istemeden deliler gibi para harcama durumuna düşmek istemiyordu.

Şimdi de dönüşte yapacaklarını düşünüyordu benzer bir şekilde. Dönüşünden iki gün sonra uzun bir tatil başlayacaktı ama tatil sonrasına önemli işler yetiştirmek zorunda kalacak gibiydi yine, bayramı ve görmek zorunda olduğu insanları görmeyi gözünde büyütmeye şimdiden başlamıştı, bavul boşaltmak ve tekrar evdeki ofisteki düzene dönmek bile onun için büyük bir şey oluyordu. Kanada dönüşünde bavullarını üç ay sonra boşaltması geldi bir an aklına. O dönüş geldi aklına. Havaalanına bu tren yolculuğu, Toronto'ya giden uçağa benziyordu. Tıklım tıklım dolu bir Boeing'de değil de sadece dört beş kişinin bulunduğu Ankaray tipi bir trendeydi ama esas yolculuğun öncesindeki kısa yolculuk hissiyatı benzerdi. Güldü. Toronto uçağıyla şimdiki dönüş yolculuğu yaklaşık aynı uzunluktaydı. Tabi Toronto'dan Türkiye'ye uçusu dokuz saat olunca oranlar tutuyordu. 

O dönüşünde kafasındakiler, heyecanı ve mutluluğu hızlıca geçti gözünün önünden. Düşünmemeye çalışıyordu çok fazla o günleri. Hayat bir yolculuk gibiydi ona göre, sürekli bir yerlere uğranılan ve bir şeylerle karşılaşılan. Her uğranan yer insana ya bir şeyler katıyor, insanı fazlalaştırıyordu; ya da bir şeyler alıyor, insanı küçültüyordu. O dönüş de küçültmüştü onu. Hayal kırıklığı temalı bir hikayeydi ve hatırlanmasa daha iyiydi. Uzaklaştırdı kafasını bunlardan, sanki bulanık bir suyu karıştırır gibi. 

Tren klimanın duraksamadan çalışmasıyla soğumuştu iyice. Çok soğuktan hoşlanmasa da şikayet etmedi. "Tangalı şarkıyı" söylemeye devam ediyordu Bob Dylan. Gülümsedi. T. koymuştu bu adı şarkıya. Seviyordu böyle aynı espriyi iki tarafından alıp da ortada çevirdikleri zamanı onunla. Sevdiği çok şey vardı onunla ilgili, sevmediği de. Hayatta tanıdığından asla pişman olmayacağın insanlardandı o ne olursa olsun. Gülümsedi yine. Sevdiği şeylerden biriydi onunla ilgili bu, gülümsetmesi.

Tren düzlükleri geçmişti artık. Çok fazla bir şey görünmüyordu tren yolunun kenarları tel örgülerle yer yer duvarlarla kapandığından. "Birazdan varırız havaalanına" diye düşündü. "Uçakta yemek ne verecekler acaba?" diye geçirdi aklından. Dönmek ne olursa olsun güzeldi.