11 Ağustos 2015

Fantastic Four

1961 yılında çizgi roman sektörü durgunluktaydı. DC 1940'lı yıllardaki kahramanları geri getirmeye başlamış ve yapraklar kıpırdanmıştı. Fantastic Four Marvel'ın bu harekete karşı ilk hamlesiydi. Ardından Spider-Man, X-Men ve Avengers gelecekti. Çizgi romanın Silver Age denilen dönemin o ikonik Marvel kolleksyonu böyle şekillenmeye başladı.



Dün 20th Century Fox'un son Fantastic Four filmini seyrettik. Ne yalan söyleyim üzüldüm. 2012'de Avengers gösterime girdiğinde ve gelmiş geçmiş en çok seyredilen 3. film olduğunda ne hissettiysem tam tersini hissettim. Avengers çizgi roman alt kültürünün 2000 ve 2010'lu yılların kültür dokusuna vurduğu damganın en son noktasıydı. Fantastic Four ise belki de bu gidişin sert bir U dönüşüyle düştüğü nokta olacak. 

Film ile ilgili eleştiriler ikiye ayrılıyor. Bir grup "Felaket" diyor, diğer grup da "Ya o kadar da felaket değil" diyor. İkisi de haklı aslında. Film o kadar da felaket değil. Miles Teller biraz kıpırdatıyor filmi kurtarmak için. Diğer oyuncu kadrosu da iyi bir kimya yakalamışlar, Özellikle Kate Mara bayağı özgün bir Sue Storm koyuyor ortaya.

Ama olmuyor. Neden olmadığının sebebi de tek değil.

Birinci ve ana sebep doygunluk. 2008 yılında  Iron Man filmi yapılırken duyduğumuz heyecanı artık duyduğumuzu söyleyemeyeceğim. Her yıl 5-6 tane çizgi roman filmi seyrediyoruz artık. Neredeyse 2025'e kadar DC ve Marvel'dan 10 küsür film planlanmış durumda. Yani özetle doyduk.

Marvel bunun bilincinde ve buna göre doğru hareketler yapıyor. Avengers: Age of Ultron'u yaparken Avengers'daki başarıyı tekrar etmelerinin mümkün olmayacağını, seyircinin doyduğunu biliyorlardı. Şablonu kopyalayan bir devam filmi yapmaktansa farklı yönlere giden, karakterlere odaklanan, geçmişle bağlarını koruyan ve geleceğe de kapılar açan bir film yaptılar. Öncesini ve sonrasını bilmediğiniz bir çizgi romanı açıp okuduğunuz zaman nasıl bir his alırsanız Age of Ultron da o hissi veriyordu. Sadık izleyiciler için daha çok şey vardı içerde, casual izleyiciler içinse düzgün bir film.

Fantastic Four ise seyircinin FF'in ortaya çıkış hikayesine aynı heves ve iştah ile yaplaşacağı varsayımından işe başlıyor. Ve başladığı anda çakılıyor.

İkinci sebep de ortaya çıkış hikayeleri ile ilgili. Çizgi roman filmleri Marvel Cinematic Universe'e kadar asla bir başarı zinciri haline gelmedi. Çizgi roman'dan oyarlanan film diyince hep o kahramanın en bilinen hikayesi, yani ortaya çıkış hikayesi geldi akıllara. 1970'lerin Superman'i bunu biraz yıktı sadece. Ve Marvel. Iron Man'i artık tanıyoruz. O mağarada olanlar geçmişte kaldı. Seyircinin Marvel Cinematic Universe'e pozitif tepkisinin arkasındaki bir sebep de en sonunda ortaya çıkış hikayelerini aşıp da özgün hikayeler anlatmaya geçilmesinin verdiği tatmindi. 

Sony The Amazing Spider-Man ile bir ortaya çıkış hikayesi anlattı en son bize. Bu riskli bir hamleydi. Fakat Sony bu hamleyi çok iyi yönetti. Sam Raimi'nin Spider Man'inin bir kopyasını yapmadı. Sam Raimi'nin Spider Man'inin iyi çalıştığı yerleri bile alıp da aynen kullanmaya çalışmadı. Özgün kalabildi. Daha da önemlisi Marvel Cinematic Universe'den örnek alıp Spider-Man'in daha büyük bir resmin parçası olduğu havasını yaratabildi.

Fantastic Four ise klasik bir ortaya çıkış hikayesi olmanın bir adım ötesine gitmiyor. Ve sıkıldık artık bundan. 2005 yılındaki Fantastic Four büyük beklentilerle yapılmış bir filmdi ve hayal kırıklığı yaratmıştı. 2015 versyonu 2005 versyonundan hangi alanda daha iyi derseniz ancak özel efekt ve görsellikten az miktarda puan verebilirsiniz. 

Üçüncü sebep Fantastic Four'un doğası ile ilgili. Hulk da Fantastic Four da ekrana taşıması kolay olmayan çizgi romanlar. Marvel Hulk ile ancak üçüncü denemede bir noktaya gelebildi. Fantastic Four da zor bir yaratıcılık problemi. 

Fantastic Four'un popülerliğinin en önemli sebebi aksiyon boyutu ya da insani boyut değildir. Fantastic Four her zaman en ağır bilim kurgu sularında yüzen Marvel çizgi romanı olmuştur. Silver Surfer gibi kozmik bir karakter barındırması bile bunu söyler. Öyleyken Fantastic Four'dan insani bir bir hikaye çıkarmaya çalışmak vs. sizi zor noktalara götürebilir. Fantastic Four'u olduğu şey yapan tekno-sci fi şu görselliktir:


60'lar ve 70'lerin başında FF'i bir çizgi roman ikonu yapan bu Kirby stilidir. O yüzden stil sahibi olmayan ve bu temayı (ya da kendi yaratacağı başka özgün bir temayı) kullanmayan bir Fantastic Four uyarlamasının şansı her zaman çok azdır.

Son olarak da filmin tüm kültürel bağlantıları dışında kötü bir film olması gerçeği var. Filmi Kevin Costner çekseydi ve paralel evrene seyahat sahneleri yerine beyzbol maçları kurgulasaydık da filmde çok bir şey değişmezdi herhalde. Film kötü bir hikayeyi sıkıcı bir şekilde takip ediyor. Hikayenin herhangi bir noktasında ilginç bir şey olmasını bekliyorsunuz. Ama film bunun yerine ortaya çıkış hikayesi şablonuna daha sıkı sıkı sarılmayı tercih ediyor. 

Ve sonuç malesef fiyasko.

Fox Fantastic Four'dan çok umutluydu. 2017'de devam filmini programa bile almıştı. Fakat ilk hafta performansı en kötü Marvel filmi oldu Fantastic Four. Tüm performansta da aynı başarısızlığı tekrarlayacak gibi. Filmin kara geçmesi için DVD ve dijital satışların başlaması gerekebilir gibi görülüyor. Böyleyken Fox eminim planlarını bir daha gözden geçirecektir. Hatta tüm çizgi roman uyarlamaları bir durum değerlendirmesi yapacaktır.

25 Haziran 2015

Modern Sabahlar

Bitti sonunda. Bitmiş daha doğrusu. Yarın sanıyordum son bölümü. Bilen bilir beni erken kaldırmanın ne kadar zor olduğunu. 7'de kalkacaktım yarın canlı dinlemek için. Hoş ben kalksam da onlar gelmezdi 7'de de, neyse. Ama bugün son bölünmüş meğerse. Aslında böylesi daha yakışır bir son oldu. O kadar hastaları olmama rağmen 10 senedir kaç kere sabah erken saatte canlı dinlediğimi saysam elin parmaklarını geçmez. Son günlerini de canlı dinleyemedim.

İlk defa 15 sene önce duymuştum adlarını staj yaparken arkadaşlardan. O zaman çok ilgilenmemiştim. Sabah radyo dinlemek bana uzak bir aktiviteydi. IPod devri ve Podcast'lerin bir anda popüler olmasıyla herhalde 2004 de dinlemeye başladım podcast'lerini. 10 yılı aştı maceram. Üç farklı şehirde yaşadım bu sürede. Bir ara dünyanın öbür ucundaydım ve beni evime bağlayan en büyük şey onların sabah programıydı. 

Podcast'lerinde hep arkadan geldim. Öyle arka planda açılıp dinlenecek şeyler değildi çünkü. Dikkatli dinledim hepsini. Radyo Odtü web sitesini yenileyip podcastlerin RSS'ini kaldırınca kendi podcast engine'imi yazdım otomatik download etsin telefonum diye. Neyse sonra Modern Sabahlar Podcast Arşivi açıldı da rahatladık.

Şimdi iki avuntum var. Bir yerden illa ki karşımıza çıkarlar tekrar. Daha iyi ve daha güzel çıkarlar belki hatta. Bir de bir senelik dinlenmemiş podcast var elimde. Bir sene program hiç bitmemiş gibi davranacağım. Belki o zamana yeni bir yerde buluşuruz onlarla. Olmadı Ankara'da Gagamanjero'ya gideriz uzaktan keseriz, muhabbet açsak ayıp olur mu diye düşünürüz.








5 Mayıs 2015

5G Komedyası

Tükiye Mayıs ayında 4G ihalesini yapıp 4-5 senedir dünyada yaygın kullanılan mobil telekomünikasyon standardına 2015 sonunda geçiş yapacaktı. Ama 22 Nisan günü devletin başından başka bir demeç geldi:

Mesela şimdi 4G meselesi konuşuluyor. Ben de diyorum ki; dünya şu anda 5G’yi konuşuyor. Biz, 3G’deyiz, dolayısıyla 4G ile bizim zaman kaybetmemize gerek yok. Öyleyse biz şu anda 3G’de biraz daha sabır, şurada iki yıl içerisinde Türkiye’de 5G’ye geçmeliyiz. Biz buna adım atmalıyız. Aksi takdirde Türkiye adeta 4G ile bir çöplük haline döner. 3G’de iyi bir noktadayız, sabırlı olalım ve biz 5G’ye çalışalım, 3G’den 5G’ye atlayalım, yapmamız gereken bu. Bunu yapar mıyız? Kesinlikle yaparız. 

Kimse ağzını açıp bu konuda pek konuşmuyor bu konuda. Her şeye çok alıştığımızdan herhalde Ama cahillik gördüğü zaman dayanamayan bir mühendis olarak cahile anlatır gibi anlatacağım izninizle.


3G, 4G, 5G nedir? 

Bunların hepsi mobil iletişim yani cep telefonu standartlarıdır. Cep telefonu standardı olmakla kalmıyorlarlar tabi artık. Tablet, pos cihazı vs. gibi diğer mobil iletişim aygıtları da bu standartları kullanıyor.

Bu standartların farkı sayı arttıkça daha yeni ve daha yetenekli standartlar haline gelmeleri. 3G zaten 3. Nesil (3rd Generation), 4G 4. Nesil (4th Generation), 5G de 5. Nedil (5th Generation) demek.

3G aslında tek bir teknoloji değildir, birbirine benzer bir çok teknolojisinin hepsine verilen genel isimdir. 

Bir mobil ağ üstünde yapabildiğiniz temel şeyler telefon konuşması yapmak, SMS adı verilen kısa mesaj alışverişinde bulunmak ve Internet'e bağlanmaktır. Ağın 3G, 4G ya da 5G olması telefon konuşmasında ya da SMS'de çok bir şey değiştirmez. Belki konuşmadaki ses kalitesi yükselebilir, SMS'ler hızlı gidip gelebilir. Ama buralardaki fark dağlar kadar olmayacaktır. Esas fark Internet bağlantısında ortaya çıkacaktır. 

3G ağlarda Internet bağlantısı hızları 1-2 Mbps'den 84 Mbps'e kadar çıkabilir. Bu da 3G ailesindeki yeni teknolojiler ile mümkündür. Her 3G ağda bu hız görülemez. 

4G ağlarda Internet bağlantı hızları 100 Mbps'den 300 Mbps'ye kadar çıkabilmektedir. Hatta daha yeni ve deneysel teknolojiler ile 1 Gbps ve ötesi hızlar da görülebilmektedir. 

5G ağlarda Internet bağlantı hızlarının ne olduğu ile ilgili Dünyada 5G kısmını okuyabilirsiniz.

Türkiye şu anda hangisini kullanıyor? 

Türkiye'de şu anda 3G standardı mobil iletişim hizmetini tüm operatörler veriyor. 3G'ye biraz geç geçildi, hatta hukuki problemler geçişi fazladan biraz daha zorlaştırdı. Bunun tek olumlu yanı 3G'nin daha yeni teknolojileri girdi Türkiye'ye direkt olarak. Şu anda 20 Mbps civarında Internet hızlarına ulaşılmaktadır. Çift taşıyıcı vs. teknolojileri ile daha yüksek hızları sağlamak da teorik olarak mümkündür. 

Dünya şu anda hangisini kullanıyor?

Dünyada 4G yoğun olarak kullanılıyor. LTE tipi 4G ağa 95 ülke sahip şu linkten listesine bakabileceğiniz gibi. Ya da isterseniz resmine bakabilirsiniz.


2014 itibarıyla 3G kullanan az sayıda ülke var. Tek tük ülke ise GSM'de kalmış durumda.

Dünyada 5G kullanımıyla ilgili Dünyada 5G kısmını okuyabilirsiniz.

4G'ye geçilme süreci nasıl işleyecek? işleyecekti?

4G bir standartlar ailesidir. Başta söylediğim gibi tek bir standarttan ibaret değildir. 3G'de böyleydi, 5G de böyle olacak büyük ihtimalle. 

Ama hiçbirinde onlarca farklı standart da mevcut değildir. Genelde 2-3 adet standart yarışır. Bu 2-3 adet standardın yarışmasının sebebi de 3G ya da 4G geliştirme sürecidir. 

3G ve 4G'yi ilk hayata geçiren akademik ve ticari araştırmalar yapan kurumlar olmuştur. Bu kurumlar çeşitli yüksek hızlı mobil iletişim standartları belirleyerek bunu test ederler. Bu standartlar genelde birbirine yakın hızlar ve teknolojik özellikler içerir o yüzden benzer zamanlarda geliştirilen standartlara ortak bir G ismi konur, 3G ya da 4G gibi. 

Daha sonra yavaş yavaş telekomünikasyon firmaları bu standartları alıp bu standartlara uyan mobil şebekeler oluşturmaya başlarlar. Güney Kore gibi teknoloji üreten ve ihraç eden ülkeler bu konuda genelde ellerini çabuk tutup deneysel de olsa kendi ürettikleri standartları kullanıma sokmaya çalışırlar. Teknolojik geliştirme ile uğraşmak istemeyen ülkeler ise standartların iyice oturmasını ve popüler olmayanların elenmesini beklerler. Saflar iyice belli olunca geçişi yaparlar. 

4G'de LTE ve Mobile Wimax teknolojisi ciddi anlamda rekabet etmiştir. Bazı ülkeler Mobile Wimax şebekeler kurmuştur. Ama Mobile Wimax standardı bu mücadeleyi kayetmiştir. Mobile Wimax şebekeler kapatılıp LTE'ye dönüştürülmüştür. Mobile Wimax telefonlar ya da tabletler asla piyasaya çıkmamıştır. 

Türkiye de 4G'ye geçişte tüm bu standart belirleme süreçlerini geride bırakıp 4G LTE ağ ile geçiş yapacaktı bu teknolojiye. Varolan 4G LTE standardı önce yeni bir mobil operatörün oluşturacağı bir şebeke ile gerçekleştirilecektir. Daha sonra da diğer mobil operatörler bu yapıya katılacaklardı.

Devletin başından gelen emirle ne oldu?

4G ihalesinin Mayıs ayında yapılması bekleniyordu. Ulaştırma Bakanı çıktı ve dedi ki 
Cumhurbaşkanı’nın sözleri talimat niteliğinde. Kendisi yarı başkandır, yürütmenin başıdır. Söylediklerini önemsemeliyiz.
Bu  şekilde ihalenin yapılıp yapılmayacağı belirsiz hale geldi. Yapılacak diyenler var, yapılmayacak diyenler var. Kısaca 4G hayal haline de gelebilir Türkiye için. Eğer yarı başkan'ın sözleri dinlenirse 4G ihalesi iptal edilecek ve 5G'ye geçilecek. 

Dünyada 5G? 

Dünyada 5G diye bir şey yok. Dünya 5G'yi filan konuşmuyor. 5G 3-5 sene önce sadece kavram boyutunda dile getirilmeye başlandı. Şimdiki mobil ağlardan çok daha hızlı, çok daha verimli ve bağlanan aygıtların çok daha az enerji tüketeceği bir standart olarak vizyonlar ortaya çıktı.

5G için somut şekilde bir şeyler üreten ülkeler var. Amerika-NASA'nın, Çin-Huawei'in, Güney Kore'nin ve Avrupa Birliğinin 5G standardını belirlemek için uzun soluklu ve 2020 de bitmesi hedeflenen projeleri var. Bu projeler reel standartlar belirleyecekler, bu standartlar deneysel ortamlarda test edilecek ve yaygın kullanıma hazır hale getirilecek. Bu süreç de en az 4-5 sene sürecek.

Bir önemli nokta da bu standartların hiç birinin 3G-4G geçişinde olduğu gibi kabaca daha yüksek frekans ve daha iyi tasarlanmış bir iletişim protokolünden ibaret olmayacağı tahmin ediliyor. 5G geçişi olursa bu geçişte mobil telefonları kullanma konseptimiz ciddi anlamda değişebilir. Bir örnek olarak 5G'de cep telefonlarının baz istasyonuna bağlanmak yerine birbirleri üstünden diğer cihazlar ile direk bağlantı kurmasının (yani mesh network yapısının) gündeme gelmesi olası. Bu tabi hem verimlilik, hem de latency (paketlerin gecikmeleri) hem de güç tüketimini oldukça arttırıcı bir ağ yapısı. Bu konuyla ilgili yapılması gereken araştırma, geliştirilmesi gereken teknoloji ve yenilmesi gereken ekmek oldukça fazla.

Dünyada kimsenin 2020'den önce 5G'ye geçmek gibi bir planı şimdilik yok.

Türkiye 5G için ne yapabilir?


Tüm kötümserliğimizi, tüm çapulculuğumuzu bırakalım; iyimserlikle düşünelim, iki tur devrim arabaları izleyelim, Türk mühendisiyiz ulan diyelim içimizden ve ne yapabiliriz ortaya dökelim. 

Türkiye bu konuda en makul seçeneği belli standartların ortaya çıkmasını beklemektir. O da görüldüğü üzere 2018 civarını bulacak. 2018'de bu standartları getirmeye çalışsak kurulup, lisanslanıp yaygınlaşması 1-2 sene sürecektir. Hele varolan mobil ağlar ile uyum konusudna hiç bir şey yokken daha ortada 2020 bizim için de iyimser bir tahmin olabilir. 

Alternatifi Türkiye bu konuda kendi standardını oluşturmaya girişebilir. Bunu tek başımıza yapamayız. Zira burada üretilen araba değil, "yolda en güzel bizimki gittikten sonra problem yok" diyemeyiz. 

Birinci zorluk bu standardı nasıl üreteceğiz? Türkiye'de bu konuda herhangi bir tecrübesi bilgi birikim ve arge yeteneği olan bir tane firma var mı? Mobil operatörler kamuoyunda çok teknolojik ve her şeyi yapabilecek şirketler havası oluşturuyor olabilirler. Ama aslında bu seviye araştırma geliştirme yapma kabiliyetleri kesinlikle hiç birinin yok. (Vodafone'un global ortaklarının bu kaabiliyeti var tabi ki ama o Türkiye'nin kendi standardı olmuyor)

Ya da Tübitak mı yapacak herşeyi yaptığı gibi bunu da? Tübitağın hali meydanda. Rahmetli Erdal İnönü'nün kemiklerini sızlatan bir yer oldu Tübitak, 5G'mi üretecek bu haliyle?

5G standardı ürettiniz hadi. Nasıl uygulanacak? Türkiye'deki operatörler dışında bunun uygulanmasını nasıl sağlayacaksınız? 

Hadi onu da çözdünüz bir şekilde. Bu Türk icadı standardı adapte edecek cep telefonları, tabletler vs. üretilmesi lazım. Onları kim üretecek?

Tüm bunları yapmak istiyorsak 2020'den önce çok iyi bir standart üretmemiz lazım. 3-4 senede yani. Herşeyi geçtim, üretilen böyle bir teknolojinin mevzuatının resmileşmesi bile Türkiye'de 3-4 sene sürer.

Hadi olabilecek en iyi ekibi bir araya getirip böyle bir projeye girdi Türkiye. Böyle bir projenin fizibilitesi ne alemde? Kanal İstanbul ile aynı kefeye mi konuluyor bu proje acaba bazı kafalarda? Yeterince amele, taşeron ve iş makinası gömünce her türlü inşaat projesi yapılabilir. Ama bu tarz bir projeyi yapabilmek için gerekli olan ana şey bir bilimsel çalışma ve ar-ge disiplini. Onu da 10 tane saray parası verseniz anca bir araya getirirsiniz bu kadar kısa bir sürede.

Özet

Türkiye 3G'ye ortaya çıktıktan 7-8 sene sonra geçilmiştir; 4G'ye ortaya çıktıktan sonra 4-5 sene sonra geçilme planları yapılmıştır. Teknoloji transfer hızı bu düzeydeyken bir anda bu teknolojiyi üreten bir ülke olmak, hatta bunu da dünyadan daha önce yapmak, hatta bunu 2-3 sene gibi bir sürede yapmak imkansızdır, imkansızın tanımıdır.

Bunu yapacak kaynaktır, insan gücüdür vs. olmamasını bir kenara bırakın, daha bu konuda ne yapacağımızı bilmemekteyiz. Bu konuda söylenen lafları söyleyenlerin konudan haberleri yoktur, dünyadan haberleri yoktur, ne dediklerinden haberleri yoktur, en fazla "%50 oy aldık istediğimizi söyleriz" gibi bir temel koyabilirler dediklerinin altına.

Ne söyledikleri çok umurumda değil aslında ama bir ihtimal ağızdan çıkan böyle saçma bir laf arkasından Türkiye ite kaka saçma sapan bir maceraya girecektir. 4G ihalesi belki iptal edilecek. Sonra belki üç sene oturup da nasıl saçma bir iş yaptığımızın ortaya çıkmasını bekleyeceğiz. Ondan sonra gerçekten "iki sene daha bekleyelim de 5G'ye geçeriz" potasına girmiş olacağız. "Bakın dediğimiz oldu" diye iki sene de onu bekleyeceğiz, mevzuat, kanunlar, lisans vs. derken bir sene sonra 4G'ye geçebilecekken 7-8 sene belki de 3G'de kalacağız.

Türkiye bu cehalete layık değildir.


28 Şubat 2015

LLAP

2010 yılında bir Nisan günü sabah erken kalkmaya üşendiğim için onu göremedim. Görsem gerçek olacaktı, birlikte yaşadığımız bir an olacaktı belki. Kısmet değilmiş. Spock olarak kaldı. Sadece Spock değildi. Spock'dı ama. DeForest Kelley ve James Doohan'dan sonra o da gitti.


Leonard Nimoy

(1931 - 2015)

Live Long and Prosper



14 Aralık 2013

Patlamış Mısır

Sene 1987. Annemi zorla sürükleyerek ilk defa sinemaya gidiyorum. Ankara'da Talip Sineması. Bir pasajın alt katı salon haline getirilmiş. Mütevazi bir paraya film seyrediyorsunuz. Film arasında büfeden patlamış mısır alıyorsunuz, fiyatlar da patlamış mısır gibi tuzlu biraz. 


Bu 90'larda o kadar çok yaşadığım bir ritüel oldu ki. Her sinemaya gidişimde o filmi seyrederken patlamış mısır yeme kefini yaşamak isterdim. Ama o küçük halimizle paranın değerinin gözümüzde büyüdükçe büyüdüğü zamanlardı. Hep kendimi tutardım.

"Niye böyle yapıylorlar ki, niye ucuza satmıyorlar?" diye düşünürdüm. Para kazanacaklardı işte. Mısırın markette satıldığının 5 katına satılması da ondandı, yer göstericinin yerinizi gösterdikten sonra avucunu açıp beklemesi de. Garipsiyordum hep. Dünyanın parayla döndüğünü ilk gördüğüm yerlerdi sinema salonları.

Gel zaman git zaman ekonomi kötüleşmeye başladı. Sinema sahipleri artık mütevazi fiyatlara bilet satmakla ya da o mısırı 1 lira yerine 5 liraya satmakla hayatlarını devam ettiremiyorlardı. Metropol Sineması Ankara'da iki salonlu tek sinemaydı o dönemde. Diğer sinemalar da bir bir onun peşinden gitmeye başladılar. 

Artık filmler tek tek getirilmiyordu. Hollywood sinemasının dağıtım firmaları küresel anlamda dağıtımı ellerine almışlardı. İnsanlar Hollywood filmlerini görmek için sinemaya gidiyorlardı ve Hollywood filmlerinin dağıtımını elinde bulunduran şirketler sinema salonlarını kontrol etmeye başladı. Daha uzun vadeli anlaşmalar yapılıyordu artık sinema salon sahipleriyle. Bir iki film yerine tüm sezonu planlıyordu sinema sahipleri. Böyle bir planlama yapıp da para kazanabilmek için kaynağınızın da (salon sayısı) fazla olması gerekiyordu. İkinci, üçüncü, dördüncü salonlar açılmaya başladı yavaş yavaş. Büyük görkemli salonlar küçültülüp küçük çok sayıda salona dönüştürülüyordu. 

Bu furyayı takip edip de çok sayıda filmi getirebilen firmalar sektörde ilerde kaldılar. Ama bir ya da iki salonda kalıp da çok fazla film getiremeyen sinema sahipleri geri düştüler. Onlar da Avrupa filmlerine ve bağımsız filmlere yöneldiler. 90'ların ikinci yarısında Türkiye'de ciddi bir entellektüel film beğenisi oluştuysa bu geriye düşen sinemacıların çabaları sayesindedir.

Daha sonra Türkiye daha büyük bir değişimin içine girdi. Daha önce bakkal dükkanlarını yerinden eden marketler AVM'lere yenilmeye başladı. AVM'ler mantar gibi biterken her AVM çok salonlu bir sinema kompleksiyle planlanıyordu. Bunun cazi yönü yatırım aşamasında sinema salonunun finansmanı için kendinize bir ortak bulabilmenizdi. Bununla beraber Türkiye'de ilk profesyonel sinema işletme grupları ortaya çıktı: Tepe grubu, Afm grubu, Mars grubu. Bu gruplar AVM yatırımlarına katılıyorlar ve daha sonra AVM içindeki sinema salonunu alarak işletiyorlardı.

Bir anda Tepe Cinemaxlar, Afm Sinemaları, Cinebonus'lar her AVM'de yer almaya başladı. Eski ve küçük alışveriş merkezlerinin salonları bile bu grupların eline geçti. Geride Ankara'da Kızılay, İstanbul'da Beyoğlu gibi köklü iş merkezi semtlerinde direnen eski tip ufak işletmeler kaldı. Bu dönüşümde en acı an benim için herhalde Ankara Akün sinemasının kapanması oldu.


Bu değişimin götürdüğü şeyler olduğu gibi getirdiği şeyler de oluyordu. Mısır yine 5 liraydı. Ama en azından artık marketteki poşet mısırın muadili değil, taze patlatılmış mısır yiyordunuz. Karamelli mısır yeme şansınız bile olmuştu. Dünyanın geçirdiği dönüşümde ne yapıyorsak onu yaptık biz de, tecavüz kaçınılmazdı, zevk almaya baktık. 

Film dağıtımı artık iyice Hollywood filmlerinin ekseninde dönüyordu. Ama bu ortam Türk filmlerinin de patlama yaptığı ortam oldu. Türk sineması da bu değişimle birlikte bir değişim geçirdi. Entellektüel ve karmaşık bir yapıdan Hollywood'a yakınsayan bir yapıya dönüştü. Bir kısım insan bu dönüşüme tepki gösterse de genelde olumlu karşılandı. Seyircisi olmayan bir sinema yapmanın kimseye bir faydası yoktu. 

Artık eski kuşak sinema işletmecileri siperlerini kazıp son direnişlerini veriyorlardı. Avrupa filmleri, bağımsız filmler ve kaliteli Hollywood filmlerinden oluşan bir programla seyircinin karşısına çıkmaya çalışıyorlardı. 

Ama kapitalizmin birinci ilkesi, daha karlı bir piyasa için yapılan dönüşümler asla durmazdı. Sinema sektöründe de durmadı. Mars grup önce Tepe grubunu, daha sonra da Afm'yi alarak Türkiye'deki sinemaların yaklaşık %30'unu eline geçirdi. Hasılat cirosunda ise %50'den fazla bir payı olduğu tahmin ediliyor Mars grup'un Cinemaximum sinemalarının. 

Hiç bir tekel insanlığa hayırlı şeyler sunmadıysa bu tekelin de sunacağı düşünülemezdi zaten. Öyle de oldu. Film fiyatları artmaya başladı öncelikle. Mısır artık 5 lira değil, 10 liraydı. IMAX 3D ve 3D sinemaların girmesi de bilet fiyatlarını arttırmak için bir bahane oldu. Artık mütevazi fiyatlara bir film seyretmek diye bir kavram kalmamıştı. 

Ama insanlık asla hırslarından geri kalmıyor, hep daha fazlasını istiyor. Sinema salonları eskinin mısır satarak yolunu bulmaya çalışan anlayışından acayip bir rant kapısına dönüştü. Her yerde daha fazla para kazanmak hedef oldu. Emek Sineması'nın yıkımda da bu kafayı gördük. Şimdi bilet satışında bile aynı kafayı görmek mümkün. 

Artık sinema biletlerinin büyük bir kısmı Internet'ten satılıyor. Biletix ve MyBilet bu konuda büyük oyuncular Türkiye'de. Biletix önemli konser ve etkinliklere verdiği bilet satış desteğiyle öne geçmeye çalışıyor. MyBilet bu konuda biraz geri kalsa da sinema bileti satışıyla dengeyi kurmaya çalışıyordu. Mars grubun ve bir çok başka sinema salonunun bilet satışını MyBilet sağlıyordu. 

Bu ay içinde Mars grubu MyBilet ile olan anlaşmasını bitirdi. Kendi bilet satış sistemine geçti. 

Bunun tüketiciye etkisi ne: 

Artık bilet almak için MyBilet yerine Mars grubunun kendi sitesine gideceksiniz. MyBiletin yıllardır oturmuş yapısı yerine son bir iki ayda ortaya çıkarıldığı belli olan bir sistemi kullanıp biletinizi almaya çalışacaksınız. MyBilet'de kabaca önünüzdeki bir hafta için bilet alabiliyordunuz, ama yeni sistem ile en azından şimdilik 2-3 güne düşmüş bu süre. Yine bilet fiyatının üstüne bir komisyon vereceksiniz. Ayrıca MyBilet'in kioskları artık kullanılmadığından biletlerinizi yine de gişeden almak zorunda kalacaksınız. Cep telefonuna bilgilendirme ya da mobil uygulama gibi şeyler de en azından şu an yok. Yani aslında sadece uzun vadeli rezervasyon yapabilmek için fazladan para vereceksiniz Mars gruba. 

Mars gruba etkisi ne bunun:

MyBilet ile anlaşmalarının ayrıntısını bilmiyorum ama zaten MyBilet'e herhangi bir para vermedikleri, MyBilet'in bilet satın alanlardan aldığı komisyondan gelir elde ettiği yazılıyor çiziliyor. Şimdi bu komiyonu Mars grup kendi cebine atacak. Yani daha çok para kazanacak. Ortaya çok ciddi bir bilet sistemi koydular mı ve bunun operasyonel masrafı ne olacak bilemiyorum ama Internet'ten hizmete aldıkları bilet satış kanalına bakınca çok da profesyonel bir şey ortaya koymadıkları en azından şimdilik büyük bir operasyonel masraftan söz edilemeyeceğini söylemek doğru olur.

Yani ne oldu, biri ya da bir şirket biraz daha para kazanacak diye rahat bilet alma imkanımızı kaybetmiş olduk. Yakında sanırım sinema salonlarında film de gösterilmeyecek. Salona gidip bir ton şey yiyip her aşamada para harcayacağız ve sahte bir mutluluk hissiyle evimize döneceğiz. Bu sayede başka biri de cebine ya da kendini ait hissettiği şirketin kasasına giren paranın verdiği sahte mutluluk hissiyle kendini tatmin etmeye devam edecek. 

Bu işin bilet satış yönü. İki senedir Mars grubun AVM yatırımlarında, ekrana gelen filmlerin seçiminde ve operasyonel her kararda pazar payı gücünü kullanarak istediği her şeyi ortaklarına, müşterilerine ve birlikte çalıştığı firmalara dikte ettiği yazılıyor çiziliyor. Eeee başbakanın %50'nin gücüyle aklına eseni yaptığı bir ülkede çok acayip değil de bu. 

Bir laf vardı aile büyüklerinin çok kullandığı ben küçükken. "E aldığınız bedduaya değdi mi?" Değdi mi ey Mars grup?

20 Haziran 2013

Kelime

hava sıcaktı.
ve kelimeler bir labirent gibi dizilmişti
öyle başladım yürümeye bir gece işte
yönümü bilmeden, bulmadan yine

bana baktıkça yüksekten utandım
bazı kelimeler parladı önümde
bir gece önce rüyamda görmüşüm gibi, güldüm
üstüne basamazdım ya o kelimelerin

bulutluydu her şey, niye diye sormak yasaktı
gölgesi düşünce üstüme
o bile yeterdi yolumu değiştirmem için
bulmadan yolumu yıllarca yürümüştüm zaten
gözlerim kapalı basıyordum, her adımda düşecek gibi

bir gün baktım durmuşuz birbirimize bakıyoruz
onun kelimeleri de aynı mıydı acaba
ya gülüşünün altındaki hüzün
resimlerinde gökyüzü daha mı maviydi ne
ya da ben mi çok siyah beyazdım

o da yürür mü diye bekledim
durdu uzunca
ikisi de farketmez gibiydi ona, kelimelere bakıyordu
bir iki kez seslendim, duymadı

bir an gözümü kapadım,
açtığımda kelimeler yüksekteydi yine
ona bakmak için durmamıştım ki
kendi sorularımın kelimelerini arıyordum
bakmaya devam ettim sağa sola
onu gördüm her başımı çevirişimde

niyesi olmasa da nasılı olmalıydı
ve o kelime buralardaydı
belki söylenir, belki gizli kalır bilinmez
derin bir iç çektim, yorulmuştum
başka bir kelimeden kaçınarak bir adım attım.

31 Mayıs 2013

Ağaç

Küçükken evimizin karşısında boş bir arsa vardı. Henüz büyük şehirlerin her santimetre karesi apartmanla dolmamıştı. O arsada yalnız bir ağaç vardı. Hafif yana yatmıştı. Ulu, heybetli bir hali hiç yoktu. "Benim ağacım o." Hep böyle derdim. Ne ağacı olduğunu bile bilmiyordum. Şehir çocuğuydum, hala anlamam ağaçtan hayvandan bitkiden. Ama başka bir çocuk gelip ağaca tırmanmaya çalışınca kavga etmişliğim bile vardı o benim ağacım diye. 

Sonra bir gün o arsaya bir apartman yapılmaya başlandı. Ağaç kesildi. "Biz büyüdük ve kirlendi dünya" lafı ilk o zaman anlamlı geldi. 

İlk kesilen ağaç değildi o ağaç, son kesilen de olmayacak. İnsanlar dünyayı kendi yaşam tarzları için yüzyıllardır dönüştürüyorlar. Artık doğadan çok daha güçlüler. Dilersek bir anda dünyayı yok ederiz, bir günde dünyanın tüm ağaçlarını öldürebiliriz. Ama insan eskiden kendi yaşam ortamını yok edeceğinden korkmuyordu, artık bu korku içinde. 

Üç gündür İstanbul'da bir avuç ağacın kesilmemesi, Gezi parkının alışveriş merkezi yapılmaması için insanlar eylem yapıyor. Başta bir avuçtular, şimdi binler var. Gezi parkındaki ağaçlar kesilen son ağaçlar olmayacak. Bu ağaçlar kesilmesin diye çaba harcayanlar da ilk defa bu konuda tepki gösteren insan topluluğu değil.

Tepkileri bir şeyi açığa çıkardı, bu ülke de ağaçları savunmaya çalışsanız bile dayak, biber gazı ve tazyikli su yersiniz. 


Ben ülkem beton binalarla dolmasın, biraz hava alabileyim, ağaçlar hayatımın bir parçası olsun istiyorum. İnsan hırsının ve inadının ağır bastığı bir evrende yaşadığımızdan çok şey istiyorum belki. Ama bunu isteme, bunun için mücadele etme hakkım bir vatandaş olarak vardır. 

Buna karşı devlet çıkıp ağaçların kesilmesini hararetle savunun tek bir kademesi oldu, padişahımız. Onun savunması da "it ürür kervan yürür" oldu. Her hangi bir sebep, her hangi bir fikir, her hangi savunulacak bir anlayış yoktu her zaman olduğu gibi.

Binlerce insan da tepki göstermeye devam etti, devam ediyor.

Ben de tepki göstermeye devam ediyorum. Artık mesele ağaçların yaşaması mı, ağaçlar yaşasın diyen insanların şiddete maruz kalmaları mı sınır kayboldu. O sınır zaten belki hiç yoktu. Ağaçlar gitmeye başladığı zaman, bizi insan yapan şeyler de gitmeye başlamıştı zaten.

Ben şimdi Gezi Parkına/Kuğulu Park'a/Alsancak İskelesi'ne/Adana Atatürk Parkı'na/Eskişehir Eti Park'a/Konya Kültürpark'a/Antalya Cumhuriyet Meydanı'na/Bursa Kültür Parkı'na, Türkiye'nin her yerinde  ve dünyada buna tepki verenlerin toplandığı neresi varsa oraya gidiyorum. Ağaçlar için ve şiddete hayır demek için gidiyorum. Gelecek nesillerin de küçüklüklerinde birer ağaçları olsun diye gidiyorum. Küçükken senin de bir ağacın olduysa, hadi sen de gel.

19 Şubat 2013

Shuffle

Shuffle 

I - II - III - IV - V - VI - VII - VIII - IX - X


Shuffle X




X.

Gate'in önüne iki görevli geldi. Aralarında konuşmaya başladılar. Belliydi ki bir süre sonra uçağa almaya başlayacaklardı.

Ve David Gilmour Wish You Were Here'in akustik gitarını çalmaya başladı.

Herhalde yazılmış en güzel şarkıydı bu. Özlemek böyle bir şeydi. Ama özlemek asla basit bir şey değildi. Bir insanda ya da bir şeyde ne kadar kendinden bir parça varsa onu o kadar çok özlerdin. Syd'i kim bilir ne kadar özlemişlerdi başka kavgalara dalmadan önce.

O da özlüyordu B.'yi. Tüm bu hissettikleri tam da onu özlemeyle alakalıydı. Onu özlemek yönlendirmiyordu hayatını. Zaten eğer yönlendirseydi bu hep hissedeceği bir his olurdu, böyle bir anda kendi şarkıları arasından çıkan bir iki şarkının karnına yumruk gibi inmesi olmazdı.

Biraz sonra gate açıldı ve uçağa alınmaya başladılar. İlk girip uçağa yerleşenlerden biriydi. Uçağa binmek bu hislerin dağılmasına yol açmadı ama. Bu hisler daha aylarca kalacaklardı.

Daha gençken böyle hissettiği zamanlarda hep geleceği düşünürdü ve bu hislerle birlikte gidecek bir hikaye yazardı. Bu kadar şey hissedilirken bir şey yaşanmadan devam edilemezdi ona göre yaşamaya. Mutlaka bir hikaye de eşlik etmelitdi bu hislere. Ve o hikaye başladığı zaman artık her şey onun ellerinde olacaktı. Hikayenin sonunu o yazacaktı. Her şey güzel olacaktı.

Ama hikayeler hislerle sınırlanmıyordu. Kendi geleceklerini yaşıyorlardı. Haftalarca aylarca bu hisler içinde kalmaya devam etti aynı şiddetiyle. Ama yeni bir hikaye yazılmadı hiç. O sayfa boş kaldı hep.

Yaz bitti sonbahar geldi. Yazılamayan yeni hikayeler onu ister istemez eski hikayelere dönmeye itti. Çok sefer balkondan dışarı bakıp "Geçen sene bu zaman..." diye düşündüğü oldu, mutlu anları ve acıları ayrılmaz bir şekilde birlikte hissederek. Çok orada olmasını istedi.

Ama hep sustu. Bir kere sadece bir şarkıyı yaşamaya cesaret edebildi. Onunla ilgili bir çok şeyi tanımladığı bir şarkıyı. Kendinden olmayan bir şeydi ona söyleyebileceği tek şey. İçindeki her hangi bir şeyin kaçıp ona ulaşmasına izin veremezdi.

Doğumgünü yaklaştı. Onlayken de onla değilken de aynı senaryo işlemişti. Doğumgününe yaklaştıkça herşey derinleşeceğine soluklaştı. O gün hiç bir şey hissetmediğini farkedince çok şaşıracaktı ve o ağustos günü uçağa bindiği zamanki hislerini düşünecekti.

Uçağın koltuğunda otururken içinden bir şeyler boşalmış gibiydi. Çok zamandır içinde tutuyordu tüm bu zihnini işgal eden imgeleri. Bugün hepsi çıkmıştı açığa. O an kalbi geçmişten dolayı kanayan bir adamdı. Gelecek aklının ucundan bile geçmiyordu. Geleceğin başladığı an da tam o uçağa binmek için yaptığı yolculuktu.

O gün evine geri gelen adam tüm her şeyi daha içine sindirmiş bir adamdı. En sonunda B.'ye söylediği şeyi yapabilmişti. Barışmıştı her şeyle, barışması için de kanaması gerekmişti. Sonrasında imge halini almaya başladı yavaş yavaş hikaye. 

Zihninin bir tarafı hep o günlere aitti. Unutmaya inanmamıştı hiç zaten. Bir hayaleti besliyordu gerçekten. O günlerdeki adamın hayaletini. Çünkü dokunduğunuz tenin kalmadığı bir dünyada gerçeklik o dokunuşun algınızda bıraktığı iz oluyordu. Şikayet etmedi bundan hiç. Her zaman ince şeyleri ve bu inceliklerin anlamlarını biriktirip silmemeye inat etmişti. Yine böyle oldu. Bir süre sonra harfler ve şekiller belirsizleşti. Hatta bazen hatırlamakta güçlük çektiği bile oldu.

Kalan izler de zamanla silinecekti belki. Ama sonsuza kadar yaşamayacaktı ki zaten, aksini düşünmüyordu bile. O sıcak gün onun hayatından tüm eksilenlerle ve onların yerlerini alanlarla bir hesaplaşması olmuştu. Dünyanın öbür ucundaki o havalanında kaldı tüm gözyaşları ve gülümsemeler. O günden sonra ne zaman gümrükten geçse o güne gitti aklı. 

Hikayenin bir sonu olmadı. Hayat oyunlar oynamaya devam etti. Zihnini yeni şeylere mahkum etti. Kalbi isyan etti dönem dönem buna. Doldu. Patladı. Boşaldı. Zaten başka türlü olmasını da beklemiyordu. Şimdiye kadar ne olmuştu da o günden sona olacaktı.


- S O N -

27 Ocak 2013

Olmayan Hikaye


kaldım mı bir başıma bu gözlerin arasında
ağır mı ağır üstüme çöken saatler de
yine gelirken kendini getirdin de
hayallerimin hiç biri kalmadı ama

koştu bir ay göğün bir ucundan öbür ucuna
arkasından baktım bir şey düşünmeden
soruların hepsinin cevabı belliydi
ve yine beğenmedim üstümdeki umutları

takip eden günler önümüzden akıp gitti
her gece yeni ve durgun filmler çektim
kameraya konuşur gibi yarının ayına baktım
devam filmleri her zaman mı kötü olurdu

artık herkes duymuştu herşeyin sıkıcılığını
kendi depremimize bile gerek kalmamıştı

şehirler boşalıyordu ve yeni yüzler kaçıyordu
anca bizi tekrar tekrar yıktığıyla kalmıştı

yine gülmek için önce benim yüzüme baktın
gözlerim genelde aşağılara kaçardı o zaman
keşke rüyamın tercümesi olsaydı
ya da dokunmak bir yabancı dil sayılsaydı

koştum bayağı arkandan, yetişmeye çalışarak
nice sonra çıktığım kapıyı karşımda buldum
yine çıksak, yine aynı yerden bakacaktık
kirli yanaklar ve yorgun gözlerle birbirimize

belki hepsine bir hayalde dokundum
bu dünyayı biz yaratmadık, değil mi?
hala havada mı duruyoruz
dünyanın tepesinden atladığımızdan beri?