19 Aralık 2012

Sputnik'den Göktürk'e

1957 yılında Sovyetler Birliği ilk yapay uydusunu uzaya göndereceğini dünyaya duyurdu ve tüm dünyadaki bilim adamlarından, amatör telsizcilerden ve amatör gözlemcilerden uyduyu gözlemlemelerini ve sesini kaydetmelerini istedi. Dünya için büyük bir gündü. 4 Ekim 1957 akşamüstü Sputnik 1 uydusu Kazakistan'daki Baykonur uzay üssünden fırlatıldı. Yaklaşık 90 dakika sonra uydu tekrar Sovyetler Birliği üzerine gelmişti ve yayın yapıyordu.

Bir gün eğer uzayda yaşamaya başlarsa insanoğlu, Sputnik 1 ilk adım olarak görülecek. İnsanın bilim ve teknoloji ile sınırları aşmasının ilk gerçek adımıydı Sputnik. İlk defa bir nesne kontrollü olarak atmosfer dışına gönderilmiş, orada bir süre kalmış ve dünyaya veri göndermişti.

Sovyetler Birliği projeyi ilk önce Amerikalılar ve zamanla bir mücadele şeklinde bilimsel bir gizlik içerisinde yürütse de kısa süre sonra projenin güncelliği ve önemi azalınca Sputnik 1 ciddi bir propaganda malzemesi oldu. İşe de yaradı.

Sputnik 1 Amerikan toplumunda bir panik havası estirdi. Sovyetler Birliği resmen bilimsel alanda Amerika'dan öndeydi, uzaya bir adım daha yakındılar. Ve Sovyetler Birliği uzaya bir uydu gönderecek teknolojiye sahipse Amerika'nın kalbinde istediği yere bir nükleer bomba gönderecek teknolojiye de sahipti. Soğuk savaş aslında 4 Ekim 1957'de başladı. 

Sovyetler Birliği soğuk savaş esnasında Sputnik 1'i kendi gücü, üstünlüğü ve Amerika'yı tehdit edebileceğinin bir kanıtı olarak kullandı. Gagarin'e kadar Sputnik 1 Sovyetlerin assolistiydi. Gagarin'den sonra da propaganda makinasının as kadrosunda oldu. Sovyetler Birliği materyalizm ve emek üzerine kurulu bir devletti. İnsanlığın tüm bunlara emekle ulaşabileceği, evrende mutlak hiç bir sınır olmadığının ve kollektif çalışmanın Sovyetler Birliği'ni bu yolda öne geçirdiğinin uzun uzun propagandası yapıldı.

Türkiye bu dünyaya ancak haberleşmede uyduların yaygınlaşması ile 1994 de Türksat 1B ile girdi. Ama esasen Türkiye'nin kendi ileride olduğu konuları tüm dünyaya göstermesi bu yıl içerisinde oldu. 19 Aralıkta ilk "milli uydu" diye reklamı yapılan Göktürk-2 uzaya gönderildi. Uydunun yapımındaki millilik % 80. Bunları gazetelerden eminim okumuşsunuzdur. Ama uydunun uzaya gönderilmesi tam anlamıyla % 100 milli bir olay oldu. Eğer farklı gazete ve televizyonları takip etmiyorsanız ya da etrafınızda ODTÜ mensubu biri yoksa hikayenin bu kısmını duymamış, ya da her zamanki öğrenci olaylarından biri olarak geçiştirmiş olabilirsiniz.

Göktürk-2 Türkiye saati ile 18'de uzaya gönderilecekti ve uydunun uzaya gönderilmesi için bir tören düzenlendi. Töreni uydunun yapımında en büyük paya sahip olan TÜBİTAK'ın Uzay Enstitüsü düzenledi. Törene başbakan, tüm bakanlar kurulu, uyduda askeri yetenekler de olduğundan ordunun komuta kademesi ve projede emeği geçen kamu kuruluşlarının temsilcileri çağrıldı. Buraya kadar olağan dışı bir şey yok. 

Törenin yapılmasında yer olarak ise TÜBİTAK Uzay'ın ODTÜ kampüsü içerisindeki binası seçildi. İşte bu noktada uzayla ilgili meselelerden çok dünya ile ilgili meseleler ağır basmaya başladı ama anlaşılan TÜBİTAK yöneticileri bu konuda uzay konusunda oldukları kadar yetkin değillerdi. 

TÜBİTAK Uzay, Tayyip Erdoğan ve polis kelimeleri daha önce de aynı cümle içinde kullanılmıştı. 2010'un aralık ayında Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu'nun toplantısının aynı binada yapılması planlanmış ve toplantı esnasında yapılan protestolarla ODTÜ savaş alanına dönmüş, onlarca kişi göz altına alınmıştı. 

İki sene sonra bu töreni planlayanlar aynı manzaranın kaçınılmaz olarak tekrarlanacağını düşündüler mi acaba? Belki düşünmüşlerdir, belki düşünmemişlerdir. Ama daha korkunç bir olayla karşılaşılacağını eminim düşünmüyorlardı. 

Ne oldu tören esnasında? 

Ana akım görsel ve yazılı basına bakarsanız bir grup öğrenci Tayyip Erdoğan'ı protesto etmeye çalıştı, polis de göz yaşartıcı gaz ile müdahale edip öğrencileri dağıttı. Haberi bu şekilde okuyacaksınız ve büyük ihtimalle çok da dikkatinizi çekmeyecek. Ama tören esnasında olan bu değildi. 

Protesto bekleniyordu Tayyip Erdoğan ODTÜ'ye geleceği için, o yüzden yoğun güvenlik önlemleri altında ve konvoyla geldi törene katılacak protokol. Daha törenden saatler önce öğrenci grupları da organize olmaya başladı. Daha önceki olayda da aynı şeyi düşünmüştüm, bunların ikisinde de bir tuhaflık yok. Türkiye'nin başbakanı sonuçta Erdoğan ODTÜ kampüsüne gelemeyecek diye bir şey yok. Güvenlik önlemleri alınır, gelir toplantısına katılır, törenini yapar. Aynı şekilde bu ülkenin başbakanı olduğu için en protesto edilecek adam da her zaman o olacak. Eskilerin dediği gibi, "takdir edilmek iyidir, ama kimse size karşı çıkamıyorsa bir problem vardır". Öğrencilerin de siyasi düşünceleri ne olursa olsun Erdoğan'ı protesto etmemelerini beklemek saflık olur. Hele ODTÜ gibi, toplumun yarısı onu el üstünde tutsa bile Ak Parti ve Tayyip Erdoğan'a mesafeli bakmaya devam eden bir ortamda.

Bunların hiç biri acayip, tuhaf, dünyanın hiç bir yerinde olmayacak şeyler değil.

Ama öğrenciler protesto girişimi için TÜBİTAK Uzay'ın binasına hareketlenmeye başladıktan sonra olanlar görmesem inanmakta zorluk çekeceğim şeyler oldu.

Öğrenciler hareketlemeye başladılar diyorum ama aslında çok da hareketlenecek bir durum yoktu. TÜBİTAK Uzay binasını içine alan yaklaşık 1 kilometre karelik bir alanı polis tamamen kuşatmıştı. Geniş kapsamlı koruma önlemleri denir hep, bir itirazı olmaz kimsenin de ama 1 kilometre karelik alanı kuşatmak için kampüse 2000-3500 arasında polis getirilmişti. Hem de daha ortada hiç bir şey olmadan.

Sonra geçtiğimiz aylarda ODTÜ'nün Ak Parti Genel Merkezine yakın olan A-1 kapısında da defalarca olan şey oldu. Öğrenciler barikatlara yaklaştılar sloganlarla ve göz yaşartıcı gaz bombası yağmuru başladı, öğrenciler tarafından da taş yağmuru. Bu kısmı ben de basından izledim öğrenciler mi polisi taşladı, göz yaşartıcı gaz bombaları mı önce yağdı bilmiyorum. Gözaltılar olduğunu gazetelerden okuduk. Burada da olmasaydı denilecek olaylar var ama çok akıl sınırlarını zorlayan bir şey yok bana sorarsanız.

Ama bunun bir adım sonrası gerçekten 300 filminde "Burası Sparta lan" diyerek Pers elçisini dipsiz kuyuya atan Spartalı generalin yaptığıydı. Protesto eylemini dağıtmak yetmemişti herhalde polislere, olaylar bir anda kampüsün ortasına doğru yayıldı.



ODTÜ Kampüsünü bilenler bilir zaten. Bilmeyenler için TÜBİTAK Uzay eski kampüsün yani bölümlerin olduğu bölgenin epeyce uzağındadır. Bölümlerin etrafını saran bir yol vardır. Zamanla Makina Mühendisliğinin yeni binaları ve yeni mühendislik bölümleri binaları bu yolun öbür tarafına yapılmaya başlamış ve mühendislik bölümleri bu yöne yayılmıştır. Daha sonra yeni yurtlar bölgesi ve ODTÜKent lojman bölgesinin oluşturulması ile bu bölge de ODTÜ'nün adeta bölümler ve çarşı bölgesinden sonra üçüncü merkezi olmuştur. TÜBİTAK Uzay da burada yer alır. Buradan bölümlere ulaşmak için ilk önce Makina Mühendisliğinin ek binalarına bağlanan 100 m. civarında bir yaya yolunu yürümeniz gerekir. Makina binaları içinden geçip dış yola çıkmak için de bir 150 m. yürümek gerekir. Bu dış yoldan bölümlerin bulunduğu bölgenin merkezine olan mesafe de yaklaşık bir 250 m. dir. Yani törenin yapıldığı TÜBİTAK Uzay ile bölümlerin olduğu bölgenin merkezi arası yaklaşık 500 m. dir. Mesafenin ötesinde burası Elektrik Elektronik Mühendisliği, Endüstri Mühendisliği, Makina Mühendisliğinin olduğu büyük öğrenci nüfusuna sahip bir bölgedir.

Olaylar işte polisin protestocuları tüm bu insan kalabalığının içerisine göz yaşartıcı gaz bombaları atarak kovalaması ile devam etti. Havanın soğuk ve yağmurlu olması etraftaki insan sayısının az olmasını sağladı bereket versin ki. Tanık olduğum şeyler arasında ODTÜ'nün göbeği sayılabilecek Çatı Kafe'nin önünde sadece bağıran iki  (yazıyla iki) öğrenciye gaz bombası atılması, Elektrik Mühendisliğine giren protestocuların arkasından polisin camları kırarak içeriye gaz bombası atması, tüm binanın o gün kullanılamaz hale gelmesi, tüm derslerin ve sınavların iptal olması var. Gaz bombasından rahatsızlanmalar yine olmuş medyada gördüğümüz. Bir ambulans gözümüzün önünde bir yaralı götürdü, medyada ifade edilen bir öğrencinin başına gaz bombası isabet ettiği ve ağır yaralı olduğu, ambulansın bu öğrenciyi götürdüğünü tahmin ediyorum.

Tabi bu görüntülerin içerisinde öğrenci vandallığının da bolca örnekleri vardı. ODTÜ'nün A-1 kapısındaki araç geçiş kulübesinin ateşe verilmesi olayından az bir zaman geçmişken, hala o kulübe bir utanç anıtı gibi dururken bu sefer de öğrencilerin ellerine geçirdikleri metal aletlerle çevre düzenlemelerini parçalayarak polise atmak için cephane ürettiklerine şahit olduk.

Olaylar saatlerce devam etti. Akşam 6'yı geçerken de hala gaz bombası lançer'larının sesleri bölümlerden net bir şekilde duyuluyordu. Elektrik elektronik bölümünde olayların devam ettiğini duyduk. Bir grup rektörlüğe yürüyerek olanları kınadı ve fırlatmadan sonra Erdoğan'ın kampüsten ayrılmasıyla sıkı yönetim sona erdi.

Uzaya uydu gönderiyoruz, yakında roket gönderme niyetimiz de var. Ama başbakanı protesto eden öğrencileri protestocunun iki katı polis ve zırhlı araçlarla 500 m. kovalamak, binaların içlerine, kim var kim yok demeden kampüsün ortasına gaz bombası atmak normal sayılıyor. Bu sadece uzaktan gördüğüm işin çığırından çıkmış kısmı. Acaba olayların göbeğinde neler oldu, nasıl bir şiddet yaşandı tahmin bile edemiyorum.

Düşünüyorum akşamdan beri, bu görüntülerde beni rahatsız eden neydi diye. Çünkü şiddetle şok olmak ve algının bir an açılması hiç bir şeye yetmiyor yaramıyor. Sivas katliamını canlı seyreden bir neslin üyesiyim ben ve bir daha olmayacağını düşünmek şöyle dursun ne zaman daha kötüleri olacak diye bekliyorum.

Bu görüntülerdeki sembolik şeylerde çok fazla alt anlam aramamak lazım. Başbakan ODTÜ'ye gelmesin demek öğrenciler protesto etmesin demekle aynı şey neredeyse. İkisine de çok itibar etmiyorum.

Ama ben ülkemin başbakanı ODTÜ'de kapıdan girip yürüyerek öğrencilerle sohbet ederek gelsin törene katılsın isterdim. Üzüldüm bunun yerine bir ordu ile gelmesine. Protestoları bastırmak değil, ezmek amacında bir orduyla. Daha da üzücüsü başbakanım bundan hiç üzülmeyecek. Seçim günü çıkıp konuştuğu balkon da ODTÜ'ye bakıyor ama. Sanmıştık ki biz bahsettiği belki de bizlerdik. Gerçekten fikirlerimiz uyuşmasa da hepimizin birlikte yaşaması onun isteği diye. Yine yanıldık herhalde. Hiç bir fikir böyle kovalanmayı gaz bombası yağmuruna tutulmayı hakketmiyor.

Gözlerimle gördüklerimin duyduklarımın şaşkınlığından sonra medyaya baktım, olaylar tamamen geçiştirilmişti. Polisin aşırı ve çığırından çıkmış müdahale şekli hakkında bir şey yoktu. Zaten beklemiyordum. Sadece "polis göstericilere sert şekilde müdahale etti" beyanatını görmeyi umuyordum, onu da şükür gördük. Esas öğrenmeyi beklediğim öğrencilerin protestosunun sınırları ve sabırları aşan bir hali olup olmadığıydı. Kapıdaki kulübenin yanması olayında olduğu gibi böyle bir şey olsaydı medyanın onu es geçmeyeceğini biliyordum. Ne yalan söyleyeyim içimden bir umut da bunu görmeyi umuyordu.

Tuhaf bu belki ama öğrenciler polise saldırdı, Erdoğan'ın bulunduğu binaya saldırdı ya da konvoyuna saldırdı gibi bir haber görsem belki de içim rahat edecekti. Çünkü problem bizde olacaktı o zaman, tüm bu olan akıl kaybını vandallığı bir adım öteye götüren "anarşiklerin" davranışları olarak açıklayacağım. Ama tüm gördüğüm bir grubun polise taş attığı. Polisten yaralananlar olduğu belirtiliyor medyada. Gördüğüm zırhlı araçlar ve çevik kuvvet polislerinin orada bulunduğu, yani buna zaten hazırlıklıydı polis. Peki ne delirtti polisi bu kadar da öğrencileri kampüsün ortasına kadar kovaladılar? Bakıyorum medyada ve cevap bulamıyorum.

İşte bu korktuğum şey, çünkü bu soruya somut ve geçiştirici bir cevap bulamamak bizi korkunç gerçekle yüz yüze bırakıyor. Yanlış olan bu ülke ve bu ülkede dozu giderek artan polis şiddeti ve iktidarın eleştiriye tahammülsüzlüğü ya da kraldan kralcı olan orta bir kesimin üstlerine yaltaklanma adına altlarındaki polis teşkilatını bir dayak timine dönüştürmesi. Bilmiyorum ne oluyor ama basit bir protestoda bu derece kaba kuvvet midemde rahatsızlık yaratıyor.

Midemde rahatsızlık yaratan başka bir şey de ODTÜ'ye polis giremez mitinin bir kere daha mit olarak kalması. Bunun zaten mit olduğu biliniyor. Ama ODTÜ rektörlüğü de bu kadar etkisiz kalması maalesef üzücü. Rektörlüğün olaylara müdahale etmesi söz konusu olamazdı belki, ama yine de bu gerilimin başta hiç yaşanmaması lazımdı. ODTÜ rektörlüğünün bu tören organizasyonunda sözü olması lazımdı, ve şunu açıkça söylemeleri lazımdı "Bakınız, töreni yapın, sayın başbakanımızı da çağırın, dilediğiniz konuğu çağırın, ama burada mutlaka protesto olacak. Protestolara karşı güvenlik önlemleri alınsın ama bu güvenlik önlemleri protestoculara şiddet uygulamaya gitmemeli. Bunların hepsini yapabiliyorsak yapalım, yapamıyorsak bu tören başka yerde olsun".

Ahmet Hoca bir açıklama yapmış ve olayları, gözaltıların olmasını kınamış, protestonun bu öğrencilerin doğal hakkı olduğunu söylemiş. Şu anda söylenebilecek en doğru ve en sakin kelimeleri sarf etmiş, kutluyorum. Yine de bu tören planlanırken bunlar düşünüldü mü çok merak ediyorum. Ve tabi iki sene sonra da üçüncü raundunu yaşayacak mıyız bunun...

Aslında hepsine cevaplarım da var kendimce. ODTÜ'nün Türkiye'de az sayıda kalan son muhalif kaleden biri olması, bu konuma eski tavrının yüzde birine bile sahip değilken gelmesi (ODTÜ'nün geleneği mi çok kuvvetli, toplumun eğretilikleri mi susmadan duramayacak boyuta ulaştı takdirinize bırakıyorum), YÖK'ün üniversitelerde 12 Eylül'ü bile mumla aratan bir dikta düzeni kuruyor olması, Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığının son yıllarında ülkeyi götürdüğü bir sonraki adımın ne olacağı... Bunların hepsinin bu yaşananlarla ve olası sonuçlarıyla ilgisi var.

Ama amacım siyasi mesaj vermek, eleştiri yapmak, komplo teorisi üretmek değil.

Amacım bir an durup bakmak. Bu ülke nasıl bu hale geldi diye düşünmek.

Sovyetler Birliği Sputnik 1'den otuz yıl sonra dağıldı. Sebebi tüm sağladıkları ilerlemenin, tüm bilimsel ve teknik gelişmenin insanlara değil de sadece adı olan bir savaşa harcanmasıydı. Bir çok açıdan Sovyetler Birliği boşa harcanmış bir deneme oldu.

Peki biz uzaya uydu fırlatarak ne çözmeyi, nasıl ilerlemeyi planlıyoruz? Devlet şeklimiz, siyasi tablomuz, sosyal yapımız ve her şeyimiz adeta arabeskken maalesef uzaya gönderilen bir uydu görmek istediklerimizi göstereceği yere görmek istemediklerimizi gözümüze sokuyor.

Bir kesim mutlu, uzayda (nerdeyse) yerli malı bir uydumuz var, yerli malı haftaları hedeflerine ulaştılar. Bir kesim ise üzgün, yine şiddet, yine aşağılama ve yine öfke ile karşılaştı diye. Sayıların bu tablonun gerçek görünümünü vereceği sanılıyor. Oysa öyle yanılıyoruz ki...

12 Kasım 2012

Elektronik Eğlencede Duraklama Devri

Old Republic - New Champion?

İki buçuk sene önce EA'in o zamanlar büyük projesi konumunda olan Star Wars: Old Republic ile ilgili bir şeyler yazmıştım. Yazının özü video oyunları sektöründeki büyük büyüme ve Old Republic'in bu büyük büyüme ivmesi içerisinde sektörü bir değişime uğratıp uğratamayacağıydı.

Aradan bir buçuk sene geçtikten sonra geçen yıl Aralık ayında Old Republic piyasaya çıktı. İlk üç gününde Old Republic 1 milyon sattı ve en hızlı büyüyen MMO ünvanını eline geçirdi. Nisan 2012'ye gelindiğinde 1.5 milyon civarında insan Old Republic oynuyordu. Oyun şubat ayı çivarında zirvesine ulaşmış ve 1.8 milyon aboneye erişmişti.

Oyuna ocak 2012'de 1.1 patch'i, nisan ayında 1.2 patch'i, haziran ayında 1.3 patch'i ve eylül ayında 1.4 patch'i yapıldı. Bu patch'ler küçük birer ek içerik paketiydi. Ama 1.2 patch'inden sonra oyunda neler oldu, sadece oyunun içindekilerin haberi oldu bundan. 

Nisan ayından sonra Old Republic için işler iyiye gitmemeye başladı, bu herkes tarafından biliniyordu. Mayıs ayında abone sayısının 1.3 milyon'a düştüğü açıklandı. Old Republic'in artık bir WOW Killer olmayacağı kesinleşmişti. Ağustos 2012'de ise EA Old Republic'in free-to-play modeline döneceğini açıkladı. Bu dönüş önümüzdeki hafta olacak, 15 Kasım'dan itibaren Old Republic ücretsiz olarak oynanabilecek. Oyunda Cartel Coin adı verilen bir para sistemi kullanılmaya başlanacak. Oyundaki tüm enteresan içeriğin bu para sistemine bağlanılması bekleniyor. Bu para sistemi de tabi ki gerçek parayla satın alınabilir olacak.

EA'in Old Republic için hedeflerinin büyük olduğunu, bu hedefleri tutturup tutturamayacağının koca bir soru işareti olduğunu zaten yazmıştım. Yani bu durum herkesi hayrete düşüren bir sürpriz olmadı. Old Republic oynayanlar tarafından ifade edilen, bu durumun "herkes tarafından bilinen ama açıkca ifade edilmeyen bir şeyin itirafı" olduğu. O da Old Republic'in hedefine ulaşamadığı. 

Aslında Old Republic'i ilk eline alan herkes bunu hissedip söylüyordu. Betasını oynarken benim de hislerim buydu. Çok güzel ve akıcı bir içerik sunulmuştu. WOW'un yapamadığı kadar oyun ile hikaye iç içe giydirilmişti. Seslendirmelerin her yerde kullanılması bu hissi veren en önemli bileşendi. 

Ama Old Republic'in insanların birincil olarak oynadıkları MMO olmayacağı her halinden belliydi. İlk seviyelerdeki ilginç ve merak uyandıran tasarım daha orta seviyelere gelmeden büyük bir hızla yavanlaşıyordu. Oyun adeta her noktada WOW'u geçmeye çalışmıştı ve bunu yaparken sadece ilk seviyelerde kendi olabilmişti. 

Ve en önemlisi Old Republic oynayan herkes niçin WOW'un bu pazarı domine ettiğini gördü, çünkü WOW bu işi 8 senedir yapıyordu ve yeni çıkabilecek hiç bir oyun bir günde WOW seviyesine gelemeyeceğinden WOW'u da geçemeyecekti. 

Gamasutra oyunun niçin çöktüğünün sebeplerini incelemiş Ağustos ayında çıkan bir yazıda : What Went Wrong with Star Wars: The Old Republic . Bu yazıda belirtilen en önemli sebep Old Republic'in tek oyuncu perspektifine daha çok hitap ettiği ve gereğinden çok iddialı olduğu. 

Sanırım bu yargılar haklı yargılar. Ama işin bir boyutu daha var gibi görünüyor, o da elektronik eğlence sektöründeki büyük düşüş.

İki buçuk sene önce link verdiğim yazıyı yazarken elektronik eğlence sektörü altın çağını yaşıyordu. GTA IV, CoD:MW2, World of Warcraft örnekleri üzerinden adeta bu büyük büyümenin Old Republic'in de büyük bir başarı olmasını sağlayacağını yazmıştım. Ama o günden bu güne çok şey değişti. Amerika ve Batı Avrupa ekonomik durgunluğun zirvesindeler ve işler özellikle Avrupa için daha iyiye gidecek gibi görünmüyor.  En başta bu olmak üzere bir çok etken yüzünden 2012'nin 2005'den beri en düşük video oyun satış rakamlarına sahip olacağı tahmin ediliyor. 

Bunda aslında birden fazla şeyin payı var. Sektör dışındaki ekonomik gelişmeler bu işin sadece bit boyutu. İnsanların tüketme güçleri bu sene reel olarak azaldı ve elektronik eğlence ihtiyaç piramidinde çok da yukarlarda değil. 

Ama bunun dışında sektördeki ciddi değişiklikler de böyle bir tabloya yol açtı desek herhalde yanlış olmaz. Bu konuda çok uzun yazmayacağım, sadece New York Times'dan bir yazıya bağlantı vereceğim : Gaming Faces Its Archenemy: Financial Reality . Bu yazıda oyun sektöründeki değişim, ekonomik durumlar, konsolların sektördeki egemenliği ve özellikle bu sene konsol piyasasında yaşanan geçiş dönemi durgunluğu masaya yatırılmış.

Tabi yazıda eksik olan bir şeyler de yok değil. Örnek olarak PS3'ün, Wii'nin ve Xbox 360'ın piyasaya çıkmasından önce niçin böyle bir durgunluk yaşanmadığı, niçin büyük bir güçle PS2, NGS ve Xbox oyunları yapılmaya devam edildiği üzerine pek gidilmemiş. 

Ama çok ciddi bir tespit de özellikle Amerika'da sanatsal yaratıcılığın bir düşüşte olduğu. Çok satan kitaplardan televizyon dizilerine kadar her şeyde bunun örneklerinin görülmeye başlandığı belirtiliyor yazıda. Kim bilir belki batı medeniyeti de bizdekine benzer yozlaşma ve ekonomik zorluklarla bezeli bir kültürel duraklama dönemine giriyor. Elektronik eğlence sektörünün durumu bu dönemin ilk belirtilerinden biri, Old Republic'in başına gelenler de elektronik eğlence sektöründe çalan ilk çanlar.

Edit: Activision hiç mi hiç alınmamış : Activision beats estimates by going big, focusing on retail hits

10 Kasım 2012

Leonard Cohen

The Fly

In his black armor
the house-fly marched the field
of Freia's sleeping thighs,
undisturbed by the soft hand
which vaguely moved
to end his exercise.

And it ruined my day --
this fly which never planned
to charm her or to please
should walk boldly on that ground
I tried so hard
to lay my trembling knees

(Let us Compare Mythologies 1956)

* * *

Song (I almost went to bed)

I almost went to bed
without remembering
the four white violets
I put in the button-hole
of your green sweater

and how I kissed you then
and you kissed me
shy as though I'd 
never been your lover

(The Spice-Box of Earth 1961)

* * *

The Rest is Dross

We meet at a hotel
With many quarters for the radio
surprised that we've survived as lovers
not each other's 
but lovers still
with outrageous hope and habits in the craft
which embarrass us slightly
as we let them be known
the special caress the perfect inflammatory word
the starvation we do not tell about
We do what only lovers can
make a gift out of necessity
Looking at our clothes
folded over the chair
I see we no longer follow the fashion
and we own our own skins
God I'm happy we've forgotten nothing
and can love each other
for years in the world

(Flowers for Hitler 1964)

1 Kasım 2012

Shuffle IX


IX.

Olan olmuştu artık, bunu düşündü. Ne istiyordu acaba. Kızdı bir an. Kime ya da neye kızdığını bilmiyordu. İnsanın hayatının bu kadar değişken olması onun kaderi miydi. Biraz önce kendini böyle tanımlamışken ayıptı kızması belki. Yine de bazen daha iyisini istiyordu işte. Zor kısım üzülmek, hayal kırıklıkları ya da kaybetmek değildi belki. Zor kısım her seferinde baştan başlamaktı.

Baştan başlamak da kolay olmuyordu. Ayakta durmak başka bir şey, ilerlemek başka bir şeydi belki de. Baştan başlamak ise ikisinden de farklıydı. Bir insan hiç olmamış gibi nasıl davranılırdı ki? Ya da başka bir insanı isteyince daha öncekileri unutmuş mu olurdun.

B. ile kurdukları şeyin yaşama şansı olmamasının en önemli sebebi belki geçmişe de geleceğe de ait olamamasıydı. Bilmiyordu o nasıl görmüştü. "Herhalde bu kadar karmaşık düşünceleri hiç olmamıştı onun" diye geçirdi içinden. Onun içinse önce geçmiş daha önemliydi. Bir çok şeyi kabullenip de B. ye döndüğünde de geleceğe bakacak halleri kalmamıştı galiba.

Gidip kapısına "I want you" desene diyordu sanki Dylan. Hayat herhalde hiç böyle ilerlemiyordu ama. Ne istiyordu ki gerçekten? Buna cevap verememesi tuhaftı. Belki onu o yüzden kaybetmişti. Belki her zaman bu yüzden kaybetmişti. Ona göre değildi istemek. İsterdi. Ama istediği için mücadele etmek hayatın basit gerçeği olarak öğretilmemişti ona.

Yavaş yavaş yaklaşıyordu X-ray cihazına. Tüm seyahat boyunca işlerin en yavaş ilerlediği bölümdü bu herhalde. Sıkılmıştı biraz. Kafasındaki herşeye rağmen. Belki kafasındakilerden sıkılmıştı esasında.

E T. neci acaba dedi içinden. O da benzer bir hikayeydi herhalde. İstemek istememek.

İstemeyi sevmemesinin sebebi sahip olmak konusunda biraz rahatsız olmasıydı herhalde. İnsanların sahip olmak için istediklerini görmüştü hep. İhtiyaçları olmayan eşyaların taksitlerini ödeyebilmek için çalışıp duran insanlar da bu kefedeydi, çok güzel ve arzulanan bir kadın olduğu için birini isteyen erkekler de. Önem vermediğini söylemişti bu tarz şeylere pek de. Ama hayat dönüyor muydu bu şekilde. Hayatın bir parçası olmamak için bir bahane miydi bu ya da.

Böyle de değil dedi içinden. B. için yaptıkları geldi aklına. Evinin önüne gidip onu aradığı geceyi düşündü. "Burada ne yaptığımı bilmiyorum" demişti. "Tam da olman gereken yerdesin" demişti o da. O gün anlamalıydı belki B.'nin onun hep ötesinde kalmak istediği o sınırın içinde olduğunu. Onun için esas olanın arzulanmak ve bundan aldığı güç olduğunu. Herkes için böyleydi. T. için de. Onun için de belki. Belki tüm herşeye bakışı çok bencilceydi. Ters taraftan onun davranışlarının da farkı yoktu. Bilemeyeceği bir şeydi bu.

Bütün bunlar iyi mi kötü mü anlayamıyordu. Ellerini kollarını bağlıyorlardı adeta. Ama yapabileceği her şeyi yaptığını bildiği için elleri kolları bağlanıyordu. Çok istemişti B.'yi. Yine de onun için yapabileceklerinin bir sınırı vardı. İstemesi yeterli değildi başından beri.

Belki bu yüzden artık iyice çekiniyordu istemeye de. T.'nin önüne ne var ne yok koymuştu ve susmuştu. İsteyecek cesareti yoktu. Olan cesaretini bu şekilde kullansa da bu bile pek iyi gitmemişti herhalde. Kızacak bir şey yoktu hiç, yine de aylardır başka bir dünyada yaşar olmuşlardı. Çok önemsemiyordu galiba. Durmadı bunun üstünde pek.

X-Ray sırası geldi. Çantasını ve saatini çıkardı, plastik leğenlerin içine koydu. X-ray'de önünde bir sürü çanta vardı. Sivil giyinimli bir adam şöyle bir baktı eşyalarına. "Diz üstü bilgisayarınız var mı?" diye sordu. "Aaa evet" dedi ve çantasına atıldı telaşla. Kafasında dönen şeylerden aklından çıkmıştı tamaman bilgisayar. Çantayı açtı ve çıkardı. Ayrı bir plastik leğene koydu. Adam gülümsedi "Size bakınca kesin bilgisayarınız olduğunu düşündüm" dedi. Adam acaba havayı yumuşatmak için mi bunu söyledi, yoksa nerdlüğünü yüzüne mi vuruyor bilemedi. Mahcupça gülümsedi.

X-rayden önce kendi geçti. Daha sonra da eşyaları. Bir an önce bu kalabalıktan çıkmak için sabırsızlanıyordu. Eşyalarını aldı. Bilgisayarını çantaya yerleştirdi tekrar. Gate'lerin bulunduğu alana doğru yürüdü. Geniş bir salon vardı. Her gate için ayrı alan ayrılmamıştı. Zaten bir güvenlik kontrolü daha olmadığından normal karşıladı bunu. Direk uçağa alınacaklardı.

Bir yere oturdu. Bilgisayarını açtı. Yeterince şarjı vardı, biraz aylaklık yapabilirdi bilgisayar başında. Bu şarkıları kaydetse miydim diye düşündü. Sonra gerek olmadığına karar verdi. Ipod last.fm'e senkronize olduktan sonra oradan alabilecekti.

Bob Dylan'ın ruhuna sahip olmak isterim diye geçirdi içinden şarkı nakarata girince. Belki de insan hayatında bir kişi sevmeli ve ona onu ne kadar istediğini tepeden tırnağa hissedeceği şekilde söyleyebilmeliydi. Ondan sonrasının pek bir önemi yoktu. Mühim olan ne söyleyeceği değildi hiç bir zaman, mühim olan dinlemendi.

Belki de bunun için güçlü değildi. Uzun zaman sonra bu günü güçlü olduğu bir gün olarak hatırlayacaktı. Hayat giderek daha iyi davranmıyordu hiç kimseye.

Şarkı biterken B.'ye bunları söyleseydim ne olurdu diye düşündü. Başka olasılıklar ne o zaman ne de şimdi önemli değildi B. konusunda. Ne istediği önemliydi o zaman. Şimdi o da önemsizdi.

2 Eylül 2012

Yaz Geçer


Tam yirmi yıl oldu yaz geçeli, bir kadırga denize açılalı, yaşlı bir kadın terastaki havluyu toplarken yalnız bir operanın son mısralarını mırıldanalı.

Terastaki Havlu

Aynı terasa açılıyordu yan yanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda.
Sabahları ya da akşamüzerleri karşılaşıyorduk, ortak düş, ortak mutfak,
çekingen bir selamlaşma. Aynı terasta yanyana kuruyordu çamaşırlarımız, bu
ürpertiyordu beni; acemi, tutuk birkaç sözcük eşliğinde beyaz şarap içerek
aynı terasta seyrediyorduk günbatımını, bu da ürpertiyordu beni. Işığın
azalan şiddetinde yan yanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu
birbirine.
Elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında, sahildeydik
ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda.
Sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu.
Pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi,
günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda. İkimiz de yalnızdık
ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak
sahil kasabasında.
Oysa güneşin batışını izlemek gibi
kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler
Birbirinden kamaşmaya başlamıştı tenlerimiz
dokunmasan da yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü aramızdaki
çekim.
tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara
O akşam terastaydık gene. Gün çoktan batmıştı. Çamaşırlar asılıydı,
uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları. Nedense her zamankinden başka
bakıyordun bana. Sonra usulca dedin ki:
"İlk kez bir erkeğin tenine dokunmak isteği duyuyorum içimde."

Benim için yaz başlamıştı.
"Dokun öyleyse" dedim.
Sustun. Uzun uzun baktık birbirimize. Kendine nasıl karşı koyduğun
okunuyordu yüzünün derinliklerinde. Sonra hiçbir şey söylemeden usulca
kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını. Saatlerce orada, gecede ve o
terasta kaldım.
Sabah uyandığımda odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin
baktım. Yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgarda
Bir daha hiç rastlamadım sana, hiçbir yerde hiçbir yazda
Düşünüyorum aradan tam on üç yıl geçmiş
On üç yıl önce içinde uyanan o isteğin anısı saklı duruyormuş
sende?
Birden adını hatırlamadığımı fark ettim bu şiiri yazarken, ama
terasta çırpınan havlunun rengi hala gözlerimin önünde

On üç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde
neden ansızın aklıma düştüğünü sordum kendime. Sonra anladım: Bir aşk birçok
aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde

Yaz Geçer

Eylül 1992
Metis Yayınları

28 Nisan 2012

House M.D.


Çok sevdik onu. Hastalıklar, tedaviler, ameliyatlar, ilaçlar (vicodin dışında), teşhisler, tıbbi terimler ya da doktor hemşire kıyafetleri hiç dikkatimizi bile çekmedi. Doktorlu dizi asla seyretmem diyen ben iki yıldır yaladım bu dediğimi. Defalarca ağladık. Hasta bir insanın dramına ya da ölüme değil. Hayata. 

House hayatın zor söylenen yanlarını dile getirdi sekiz yıldır. Güçlü, egosu korkunç boyutlarda bir dahiydi o. Ama küçük bir çocuk gibiydi yalnız kalma fikri karşısında. Normal bir insandan tek farkı savunma mekanizmalarına değil, mantığına başvurmasıydı hep. Bunu da duygularını öldürmek için değil, hissettikleri ile hayatı birleştirebilmek için yaptı. 


İlişkileri hep tuhaftı onun. Hep kötü adamdı. Ama tanıdığımı çok kişiden iyiydi. Anlayamadık. Anlayamamamızın bizim ahlaki değerlerimizdeki eksiklerden kaynaklandığını iddia edeceğini biliyorduk. 

İnsanlar zayıftı. O da bunu sonuna kadar kullandı. Herkesten ilerde olduğu tek nokta IQ değildi. Herkesten ileride olduğu tek nokta zayıflıklarını kabul etmesiydi. 

En iyi House episode'ları listeleri şu an Internet'de her yerde uçuşuyor. İşte benim için en güzel House anları:

1. 1 x 21 - Three Stories - House bacağının hikayesini anlatır
2. 2 x 20/21 - Euphoria Pt. 1 & 2 - Bulaşıcı bir hastalık Foreman'ı etkileyince House'un takımındaki doktorlar arasındaki ilişkiler sorgulanır.
3. 3 x 12 - One Day, One Room - House bir tecavüz maduruyla hasta doktor ilişkisi dışına çıkarak insanca bir bağ kurar.
4. 4 x 01 - Alone - House yeni bir takım oluşturmak için 40 doktoru bir amfiye toplar.
5. 4 x 15/16 - House's Head/Wilson's Heart - House'un hatırlayamadığı bir gecenin hikayesi Wilson'ın kalbine kadar uzanır.
6. 5 x 23/24 - Under My Skin/Both Sides Now - House Vicodin yüzünden Amber'ın halisünasyonlarını görmektedir. Cuddy'nin yardımı House'u iyileştirdi sanırız ama iyice dibe vurur.
7. 6 x 08 - Teamwork - Chase'ın yaptığı ile yaşayamayacağını düşünen Cameron onu terk eder.
8. 6 x 10 - Wilson - Wilsom ameliyatında yanında olmasını isteyince House bunu reddeder. "Eğer ölürsen, yanlız kalırım" diye cevaplar. Wilson hiç bir şey söyleyemez. Narkoz verildiğinde son gördüğü House'un gözlem kısmından ona bakışları olur.
9. 6 x 19 - Open and Shut - House sütü buzdolabının içine değil de kapısına koyar.
10. 7 x 18 - The Dig - And the bitch is back!

7 Nisan 2012

Shuffle VIII



VIII.

Görevli şirin şirin gülümsedi. Pasaportunu aldı ve bilgisayardan adını aradı. "Ankara'ya devam edeceksiniz." dedi. "Evet, bavulumu Ankara'da alacağım değil mi?" dedi. İki uçuş kartını saatleri işaretleyerek verdi, bavulunun iç hatlara transfer edileceğini söyledi. Teşekkür etti ve bankodan ayrıldı. Hemen geçeyim gümrükten de öyle beklerim dedi. Güvenlik kontrolünün yapıldığı dar koridora doğru yöneldi. Uçuş kartı kontrolü kısmı karmakarışıktı. 6 kişilik ailesinin pasaportlarını ve uçuş kartlarını kontrol için görevliye veren kadın hangi çocuğun nerede olduğunu anlayıp görevliye de göstermeye çalışıyordu. Kenarda ayakta duran başka bir görevli bu gidişle kadının tüm çocuklarını bulmasının sonsuza kadar süreceğini anlayıp kadının yanından geçip yaklaştı. Uçuş kartına bakıp kadının yanından geçmesini sağladı. Kıvrılan bir koridor X-ray makinaları ve çanta kontrolüne açılyordu. Yavaş ilerleyen uzun bir sıra vardı.

Kulaklıklarını tekrar taktı. Bundan sonra ne gelecek acaba dedi. Gelen şarkı da öncekileri aratmadı. Güldü bu sefer. Bu kadarı da artık random'ın suyunun çıkartılmasıydı herhalde. B. ile birbirlerine sarılmış ağlarken bu şarkıyı dinledikleri geceye gitti.

Ne çok ağlamışlardı. Saçma olduğundan mıydı acaba tüm hikayelerinin. O gece B.'nin gözlerinde hırs vardı. Birini çok sevme ve çok kızma arasındaki o saçma ruh hali yani. Onun içinde ise mutluluk ve üzüntü arası bir şey vardı.

Mutluydu tekrar onun yanında olduğu için. Ama bir şeylerin doğru gitmeyeceği ilk günden belliydi herhalde. Onun korkusu vardı içinde. Korkuyordu biraz B.'den. Ona inanmayacağından ve huzur bulamayacaklarından. Bundan fazlasıyla korkuyordu.

Bencilceydi belki bu. Kendini B.'nin yerine koysa inanmaması şaşırtıcı değildi. Onu suçlayamazdı bu konuda. Zaten onu suçlayamayacağı için ona haftalarca dil döküp durmuştu. B.'nin çoktan başka bir dünyaya geçtiğini biliyordu. Ama zaten o da artık başka bir dünyadaydı.

İşin saçmalığı bu kadar kavga gürültü arasında olmasıydı her şeyin. Hayatımda artık çok bir şeyler görmeyeceğim, bir şeyler değişmeyecek herhalde dediği bir zamandan sonra olan bir sürü hayat değiştirici tecrübenin biriydi bu. Bir rüya gibiydi. Ama rüyadan uyanınca tüm hayatına farklı gözlerle bakmaya başlamıştı.

O değil de başka biri olsaydı aynı mı olurdu herşey diye çok sordu kendine o günden önce de, o günden sonra da. Pek fazla anlamıyordu etrafındaki insanlar, sadece belirli yönlerini görüp ona göre değerlendiriyorlardı. Anlatsa onunla geçirdiği aylar sonunda başka bir insan olduğunu, bunu da çok fazla anlamazlardı herhalde.

Acı acı gülümsedi yine. Bunların hepsini trajik buluyordu. Evrenin espri anlayışı sadece shuffle sırasında ortaya çıkmıyordu. Karşınıza sizi temelden değiştirecek bir insan çıkartıyor bazen ve her şeyin abstract bir düzeyde kalması için daha sonra o insanı çekip alıyordu hayatınızdan. Tesadüfler, ya da kader,  belki de kaos. Ama hayatta çok az şey istediği gibi oluyordu insanın.

Değişmişti çok onunla birlikte. O yokken de hissediliyordu bu değişiklik. Onunla ilgili alışkanlıkları, rutinleri değildi değişen. Hayatın bilmediği bir yanında gezmişti B. ile. Bu değiştirmişti hayatın rengini. O yüzden onu çok sevmişti. "Bize daha güzel hayat sunan insanlar kalbimizi istemesek de kazanırlar" diye geçirdi içinden. Kimi için bu para ya da seks kadar basit şeylerken onun için farklı bir sevme türü, hayata farklı bir bakış olmuştu.

Aslında B. için de aynıydı durum. O da hayatında görmediği bir alana geçtiği için sevmişti bu kadar. Ama o bu alanda olmak istemiyordu. B.'nin hayatı böyle gri alanlardan oluşamazdı. O biri onu sevsin ve hayat öyle akıp gitsin isterdi hep. O yüzden bu şarkıyı dinlerken hırs içindeydi. Gözleri "Niye o insan olmadın ki?" diyordu.

Sonrası da onun olmadığı bir insan olmaya çalışması ve B.'nin de ona sürekli bu şekilde yüklenmesi haliyle geçen aylardı. Onu suçlayamıyordu. Her zaman insan beklentilerine göre hareket ediyordu. Durup beklentilerini değiştirmek de herkeze göre değildi. Bir yerden sonra da "Gitme" diye yalvarmaya başlamıştı zaten. Ondan sonrası dibe kadar hızlı bir dalıştı.

Şimdiki ruh hali değildi bu. Hallerine çok uyan bir şarkıydı bu, ama değişen halleriydi. Artık bu dünyada yaşamıyordu. "Gitme" diyemiyordu artık. Umarsızlaşmıştı. Hala çok şey vardı içinde ona karşı ama birer gölgeydi herşey. Gerçek şarkılar geride kalmıştı.

22 Şubat 2012

Ben Şimdi Biraz

Ben şimdi biraz da
Senin için görüyorum;
Gökyüzünün parlak,
Bakış seken mavisini.
Ben şimdi biraz da
Senin için duyuyorum;
Gecenin o sarsak,
Yokuş çıkan ezgisini.
Ben şimdi kanayarak
Senin için yaşıyorum;
Sazan derisi gibi
Günlerimi külle soyarak



70'ler Türk şiirinin en güzel adamlarından biri yazmıştır bu şiiri, Metin Altıok. Adını mutlaka duymuşsunuzdur şiire biraz ilginiz varsa, ilginiz yoksa da duymuş olabilirsiniz. 


Şiiri Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Canserver'in başını çektiği İkinci yeni denilen 60-70'li yılların derin, yoğun, güçlü imgelerle süslenmiş ama gerçeklikle bağını koparmamış şiir anlayışı ile aynı çağa aittir. İkinci yeniden de etkilenip özellikle biçim olarak bir imgeyi, bir duyguyu kısa ve yoğun şekilde veren bir stil benimsemiştir. Ama onun imgeleri daha yalındır ve insanın duygusal dünyasıyla ilgilidir. 


Çok şey vardır Metin Altıok'un şiiriyle ilgili konuşulacak, tadına varılacak. Ama Metin Altıok'dan bahsetmeye başlayınca acı bir hikaye yarattığı tüm güzelliklerin önüne geçer.




1992 yılının Temmuz ayında alevler yükselir Sivas'da bir otelden. Mesele Hintli bir yazarın yazdığı ve İslamiyete hakaretler içerdiği için fırtınalar koparan ama gerçekten içinde ne yazdığını pek kimsenin bilmediği bir kitabın Türkiye'de yayınlanacağı haberiydi. Binlerce kişi kitabı çevireceğini ve yayınlayacağını söyleyen yazarın kaldığı otelin önünde toplandı. Saatlerce süren bir eylem yapıldı ve sonunda eylem lince dönüştü. Otel ateşe verildi. Asker, itfaiye yani devlet çok geç olduktan sonra yetişebildi.


O gece Sivas'da otelde kalan 36 kişi yanarak ya da dumandan boğularak öldü. Ölenlerin ikisi olayla ilgileri bile olmayan otel görevlileriydi, göstericilerden ya da linç girişiminde bulunanlardan ikisi de belli ki öngöremedikleri bir son yaşadılar ve yangında öldüler. Geri kalan 32 kişi nefret edilen o kitabı yayınlayacağını söyleyen yazarla birlikte Sivas'a gelen ve aynı otelde kalan insanlardı. Aralarında şairler vardı, bağlama ustaları vardı, gazeteciler vardı, karikatüristler vardı, eşlerinin dostlarının yanında Sivas'a gelenler vardı. Ölenler arasında 12 yaşında bir çocuk bile vardı.


O geceki katliamdan 52 kişi kurtuldu. Neredeyse hepsi yangından, dumandan, alevlerden etkilenmişti. Bir kısmı otelin arka penceresinden çıkarak BBP il başkanlığına sığınmışlardı. BBP'liler belki istemeyerek de olsa bu insanların hayatlarını kurtarmış ve yakılmamalarını ya da tekrar linç edilmemelerini sağlamıştı.


Kurtulanlardan bir kısmı ağır yaralıydı. Biri de Metin Altıok'tu bu ağır yaralıların. Bir hafta Ankara'da bir hastanede komada kaldıktan sonra öldü. En yakın arkadaşlarından birini ve bir çok dostunu o gece kaybeden yazar Rıfat Ilgaz aynı hafta rahatsızlandı. 82 yaşındaydı. Metin Altıok'dan iki gün önce o da hayata gözlerini yumdu.


Altıok'un kızı o yakıldığında 25 yaşındaydı. Yaklaşık aynı yaşta kaybettim ben de babamı. Ama onun yaşadıkları babasını kaybetmekten öte bir şeydi, anlayamam o yüzden nasıl bir şey yaşadığını. Tüm ülke bu görüntüleri seyredince inanamamıştı uzun süre, ateş her yere düşmüştü. Yine de yıllar sonra "Sizin hiç babanızı yaktılar mı?" diye sorduğu zaman Metin Altıok'un kızı suçlu suçsuz, üzülen üzülmeyen kimse cevap veremedi. 


Cevap veremeyeceğimiz başka bir şey de bu olayın ardından atılan adımlar. Devlet bu olayların önüne geçemedi. İnsanlar öldü. Olaylardan sonra devletin olayların önüne niye geçmediği ya da geçemediği çok konuşuldu. Kimse bir bahane bile öne süremedi. Tek söylenen göstericilerin çok kalabalık, polis ve askerin çok az olduğuydu. Hiç bir kamu görevlisi hakkında görevini yapamadığına ya da yapmadığına dair işlem yapılmadı. 90'lı yıllar zaten devletin halkıyla barışık olduğu yıllar olarak bilinmiyordu.


Tüm olaylar münferit bir toplumsal olay olarak nitelendi. Herhangi bir organizasyonun, herhangi bir grubun olayların çıkmasında sorumluluğu olmadığı, olayların içerisinde yer almadığı yargısına varıldı. 


190 kişi tutuklandı. 124 kişi hakkında dava açıldı. Yöneltilen suçlama "faili belli olmadan adam öldürmekti". 


Davanın ilk mahkemesi 1 sene sonra yapıldı. Mahkeme 1 sene kadar sürdü. Sanıklara en uzunu 15 yıl olmak üzere hapis cezaları verildi. Yargıtay bu kararı bozdu. Sanıklara "anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs" suçlaması yöneltilmesi gerektiğine karar verildi. Tekrar yapılan yargılama sonrasında 33 kişi idama mahkum edildi. Bu karar daha sonra idam cezasının kalkmasıyla müebbet hapis cezasına dönüşecekti. Geçen yirmi yıl içerisinde verilen karar iki kere daha Yargıtay'da temyiz edildi. Cezaların çoğu onandı, bir kısmı şekilsel ve mahkemenin eksikleri yüzünden bozuldu. Firari sanıkların ve azmettirici olarak görülen sanıkların dosyaları değişik aşamalarda ana dava dosyasından ayrıldı. 2004 yılında Türk Ceza Kanunun değişmesiyle birlikte sanıkların bazılarının hüküm giydiği suçlamalar TCK'dan çıktı ve sanıklar otomatikman tahliye edildi. 


Yıl 2012... Sivas Katliamı davası sona ermiş olsa da firari sanıkların yargılandığı ek dava hala devam ediyor. Aynı zamanda azmettirici olmakla suçlanan bir sanık olaydan sonra hiç yakalanamadı. Geçen sene Sivas'ta öldüğü ve gizlice gömüldüğü anlaşıldı. Ama devlet bunun doğru olup olmadığını bile hala belirleyemedi. Geri kalan sanıklar içinse zaman aşımı süresine ulaşıldı. Savcı resmen zaman aşımı talebinde bulundu, ama mahkeme sadece ölen azmettirici sanığın durumu belli olmadığından bu isteği reddetti ve davayı erteledi. 


13 Mart 2012 tarihinde davanın duruşması yapılacak. Büyük ihtimalle ölen sanığın durumu belli olacak ve zaman aşımı talebi kabul edilecek. Dava sona erecek. 


Metin Altıok'un kızı Zeynep Altıok babasını ondan ayıran bu davanın bitmemesi için elinden geleni yapıyor bu günlerde. Elinden davanın zaman aşımına uğramaması gelmeyecek bir mucize olmazsa. Ama yaptıkları Sivas Katliamını ve bu katliamla ilgili davayı, daha da önemlisi bu olayların ne anlama geldiğini anlamamız için bir fırsat.


Bu davanın zaman aşımı ile sona ermesi ne anlama gelecek? 


Olayda sorumluluğu olduğu düşünülen yedi kişi kaçarak herhangi bir ceza almaktan kurtulacaklar. Herhangi bir kamu görevlisinin, politikacının, askerin bu olaylarda sorumluluğu, ihmali ya da etkisi olduğu iddialarının hiç biri resmiyet kazanmamış olacak. 20. yüzyılın sonunda 35 kişinin linç edilmesi olayı basit bir toplumsal olay olarak tarih kitaplarına girmiş olacak.


Ama bunların hepsinden daha önemli bir sonucu var bu davanın sona ermesinin.


Politik görüşünüz ne olursa olsun, dini inançlarınız ne olursa olsun, kim olursanız olun farketmez. 35 kişinin canının alınması barbarlıktır. Sebepler, inançlar, kızgınlıklar bu oyunda sadece bahanelerdir. Türkiye Cumhuriyeti daha yüz yaşına bile girmemiştir. Bu güzel ülkenin bireylerinin, insanlarının, kültürünün, Metin Altıok gibi değerlerinin yok olmasını, katledilmesini engelleyecek tek bir güç vardır. Bu güç devlettir. Devletin görevi insanların söylediği, düşündüğü ya da inandığı her hangi bir şey yüzünden katledilmesini engellemektir. Bu görevini yerine getirememesi durumunda da bu konuda sorumluluğu, ihmali olanları cezalandırmak; bu tip olayların arkasındaki gerçek sorumluları bulmak devletin görevidir. 


Yirmi sene önce devlet bu görevlerinin hiç birini yerine getirmedi. Başbakan çıkıp da "Bu kadar insan bir futbol maçında da ölebilirdi" dedi. Çok şey değişti o zamanlardan. Ama bu davanın hala sonuçlanamaması ve zaman aşımına girmesi devletin bu görevlerini yerine getirmekte aslında çok fazla yol almadığını, bu görevlerin yerine getirilmesinde en önemli güçlerden biri olan adalet sisteminin işlemez halde olduğunu gözler önüne seriyor.


Bu olay bugün olsaydı belki biraz daha farklı yaklaşılacaktı, ama bu fark gerçek bir fark yaratacak kadar büyük olmayacaktı. Yirmi yıl önce bu 35 insan Türkiye'de yükselmekte olan muhafazakar dünya görüşünün bir gövde gösterisi olarak katledildi, insanların canları politik görüşlerin inançların gerisine itildi. Bugün de hukuk, adalet hala insanların canlarını şekilsel meselelerin, politikanın ve inançların gerisine koymaya devam ediyor. 


Ben Metin Altıok'u düşündüğüm zaman şiirlerinden birini düşünmek istiyorum. Nasıl hayatını kaybettiğini ve devletin bundaki sorumluluğunu sorgulamak istemiyorum. Daha da önemlisi bu kaybedilen candan ders çıkartılmasını ve devletin devletliğini bilmesini istiyorum, benim devletim olmasını istiyorum. Başka Metin Altıok'ların, başka Asım Bezirci'lerin, başka Hasret Gültekin'lerin katledilmeyeceğinden, devletin böyle bir şeye seyirci kalmayacağından emin olmak istiyorum.


Bu yüzden 


Sivas Katliamı Davasında Zaman Aşımına Hayır!


#zamanaşımınahayır



2 Ocak 2012

Shuffle VII


VII.

Sıra çok yavaş ilerliyordu. Bekleyen çok kişi yok gibi görünüyordu ama herkesin yüzlerce bavulu onlarca çocuğu var gibiydi. Hemen belli oluyordu ki orta doğu ve uzak doğu'ya gitmek için İstanbul aktarması yapacak olan yolcular ağırlıklıydı.

Annesi ve babasıyla sırada duran Fransız kızın ayak bileğindeki dövmeyi incelemeye başladı. Sinüs dalgasının neresindeyim acaba diye düşünüyordu bir yandan da. Alışmak ile başlayan, odağını değiştirmeyle devam eden, tepeye çıkan ve tepeden hayal kırıklığıyla birlikte en alta inen bir dalga üzerinde gidip geldiği zamanlardan biriydi bu da.

"Acaba herkes mi böyle yaşıyor" diye düşünürdü bazen. İnsanlar dalganın üstünde kalmaya ya da dalganın altında kalmaya daha çok meyilliydiler. İnsanlar genelde hayatlarında sahip oldukları şeyler için mücadele etmeyi beceriyorlardı. Doğru zaman diye bir şey vardı, insanın dalganın üst tarafına çıkması için gerekli şartların oluştuğu o an.

Onun içinse o doğru zaman olmamıştı hiç. Hayatta hiç bir şeye erişilmesi gereken hedef diye bakmamıştı. Bu yüzden sürüklenip durmuştu belki. Belki daha çok şey görme şansı olmuştu. Koşanlar hep daha fazla eğlenir gibi görünürdü insanlara. Duranların da her zaman tutunacak bir yerleri vardı ama. Bu genelde göz ardı edilirdi.

Etrafındakiler bile açıkça görüyordu bunu. Arkadaşlarının çoğu için hayat kurgusu biriyle tanış, aşık ol, evlen; bir iş bul, kendini ilerlet, terfi et ya da bir işe gir, işi öğren, o işi kendin yapmaya çalış şeklindeydi. Bir süreklilik içinde bir şeyleri büyütüp geliştirebiliyordu insanlar. Onun içinse bu doğru olamıyordu.

B. bir kere yeğeninin ablasına "teyzem niye böyle sürekli sevgili değiştiriyor" diye sorduğunu anlatmıştı. "Doğru insanı bulmaya çalışıyor" demişti ablası da. Bir çocuğa verilen basitleştirilmiş bir cevaptı bu ama B. için kısmen doğruydu. Onun içinse bu cevap pek de geçerli değildi. Onunki doğru insan diye bir şey olduğuna inanmamaktı.

Ne zaman böyle hissetmeye başladığını da biliyordu az çok. Annesi ve babası bunun temellerini atmışlardı zaten. Doğru insanı bulmanın olumlu bir örneğini hiç görmemişti etrafta. Hayatında ilk defa birini doğru insan yerine yerleştirdikten sonra da kalbi kırılınca inancı da yok olmuştu. Tüm bağlanmakta zorluk yaşayan insanların ortak hikayesi değil miydi bu zaten.

En iyi bildiği şey alışmak olmuştu böyle hissetmeye başladıktan sonra. Tekrar aynı sahne geldi aklına, B.'ye "Alışırım, uyum sağlarım" demesi. Hamlet'in ölüm konusundaki tek belirsizliğin sonrasında ne olacağını bilemememiz olduğu tespiti burada da işe yarıyordu. Daha iyisini bilemediğin anda bildiklerin arasında takılıp kalıyordun zaten ve bildiğin hiç bir şey kendinden vermeye değer olmuyordu.

Bu karşısına çıkan insanların suçu değildi, kimseye yüklemeye çalışmamıştı bunun sorumluluğunu hayatı boyunca. Her zaman ne hissettiğini görüp ona göre adım atmıştı, her ayrılıkta ve her birliktelikte. Yine de istediği gibi bir resim çıkmamıştı sonunda ortaya. Dalgalanıp durmuştu.

B. farklı bir şey getirmişti bu döngüye. Kalbinin ilk kırılmasından sonra hiç bir zaman hayatının taşları yerinden oynamamıştı dalganın aşağı inişinde. Her zaman üzüntüsünü ve burukluğunu bir süre yaşayıp hayatına devam etmişti gerçekten. Çoğunlukla belki sadece dalganın aşağıya inişini kontrol etmek için, belki de bir sonraki çıkıştan alacağı hazzı düşünerek kırıp dökmekten çekinmemişti.

Hiç bir zaman ama bir şeyleri aşırı korumaya çalışmamıştı. Çünkü doğru insan denen o kalıcı varlığın zaten hayatında sürekli korumaya muhtaç olmadan kalabileceğini düşünüyordu. İşlerin iyi gitmemesi zamanla değişecek bir şey değildi. Çünkü insanlar farklılıklarından dolayı anlaşamıyorlardı. Ve insanlar değişmiyordu. İnsanların, daha doğrusu karşıdaki insanın değişeceği varsayımıyla başlayan ilişkiler sonunda hüsranla bitiyordu.

Normalde alışıyordu insan buna. Bir çokları için biri hayatındaki sabit bir nokta oluyor ve sonrasında da hızla değişiyordu. Bu dalgalanmaya alıştığın zaman da bu dalgalanma hayatındaki sabit oluyordu. Hangisi daha normal, hangisi daha problemli tartışılırdı.

B. gittikten sonra da bu alışma süreci yaşanmıştı. Onu tutmaya çalıştığı zaman çok daha üzülmüştü. Ama düşüşünü yavaşlattıktan sonra her şey dalga inişi şekline oturmuştu yine.

Artık önünde sadece iki kişi ve bir aile kalmıştı. Birazdan bavulunu verecek ve Türkiye'ye dönüş uçağına binecekti.

B. başka bir yerde başka bir hayat yaşıyordu. O da başka türlüsünü de hayal etmiyordu, edemiyordu. Ama uzaklardaki bu ülkede mp3 çalarında arka arkaya gelen dört beş şarkı bile aklının ona kaymasına ve daha önce de defalarca aklından geçen düşüncelerin yine aklından geçmesine yetiyordu.

Bir şeyler farklıydı. Ama neyin farklı olduğunu, bu farklılığın iyi mi kötü mü olduğunu zaman gösterecekti.

Pasaportunu çantasından çıkartıp hazırladı. Mp3 çaları durdurup cebine koydu. Sıra ondaydı artık.